30 Kasım 2011 Çarşamba

steampunk dosyası - 1


günümüz cihazları 19. yüzyılda icat edilseydi nasıl görünürdü?steampunkın çıkış kaynağı bu.bilimin katı kurallarını biraz esneterek ve o yüzyılın moda anlayışını göz önüne alarak biraz düşünelim.örneğin bilgisayar 19. yüzyılda icat edilseydi biraz süslü victoria dönemi mobilyalarına benzer ve büyük ihtimalle buhar gücüyle  çalışan bişey olurdu.ya da uçaklar.
buhar gücüyle çalışan uçaklar tabi ki bilimle pek örtüşmeyen bir düşünce ancak steampunk mantığı dediğim gibi biraz esnek düşünmeye dayanıyor.tabiki sınırsız bir hayal gücüne.steampunk genelde 19. yüzyılın özellikle victoria dönemine takıntılı bir akım.geç 19. yüzyılın moda anlayışını fantezi bir bilimle harmanlayıp bilimkurgu ve fantezi dünyası arasında bir yerlerde konumlanıyor.özellikle japonyada etkilerini görmek mümkün.miyazakinin yürüyen şato gibi filmlerinde.günümüzde genelde bilimkurgu ve bir moda akımı olarak ele alınabilir.
peki 19. yüzyılı bu kadar çekici kılan nedir.19. yüzyıl içinde yaşadığımız modern dünyanın üretildiği bir laboratuvar olarak ele alınabilir.içinde yaşadığımız dünyayı şekillendiren milliyetçilik ve sosyalizm bu çağda bildiğimiz manada ortaya çıktı.modern psikolojinin temelleri bu dönemde atıldı.ileride soğuk savaşın önemli aktörleri olacak rusya ve abd bu yüzyılda ilk defa ciddi bir dünya gücü olarak ortaya çıktı.günümüzün almanya japonya italya gibi önemli ekonomik güçleri yine bu yüne bu yüzyılda ortaya çıktı.eğer 20. yüzyıl bir kitap olsaydı önsözü 19. yüzyıl özellikle victoria dönemi yani geç 19. yüzyıl olurdu.günümüz modern ulusları tarih sahnesine bu yüzyılda ortaya çıktı.özetle günümüz dünyası aşağı yukarı bu dönemde şekillendi.ama kimilerince sanıldığı gibi bir masal dünyası değildi.özellikle ingiltere gibi önemli kapitalist güçlerin kendi halkları dahi zaman zaman kıtlıklarla boğuştuğu bir dönemdi.sömürü üst düzeydeydi.vahşi kapitalizmin tavan aytığı bu yüzyıl aslında modernizm tam anlamıyla doğmadan başarısız bir proje olduğunun kanıtıydı.steampunk gibi geçmiş özlemi temasının hakim olduğu fantezi dünylarda aslında biraz herşey böyle olmasaydı nasıl olurdu düşüncesi var.yani daha iyi bir geleceğe daha başka bir dünyaya duyulan özlem.aslında bütün fantezi edebiyatı star wars ya da yüzüklerin efendisi dünyaları da buna dahil bugünkünden farklı bir dünya teması üzerine kurulu.hatta adını tam hatırlayamadığım ancak george lucasın başvuru kaynaklarından biri olan şu filozof bu dünyaları genelde batı edebiyatı içinde "isanın olmadığı dünya" olarak özetlemişti.neyse buna daha başka bi yazıda değinirim.

24 Kasım 2011 Perşembe

kildren



savaşın insan ruhundaki yıkıcılıktan kaynak aldığını ve zaman zaman tıkanan ekonomileri açmak için bir enstrüman olarak da kullanıldığını biliyoruz.o halde savaşların öngörülebilir bir gelecekte bitmeyeceği sonucuna ulaşmak çok zor değil.yakın geleceğin dünya hükümetleri de bu sonuca varmışlar.ve madem savaşlar hiç bitmeyecek o zaman en azından "insanlar" bundan zarar görmesin diyerek yeni bir anlaşmaya varmışlar.savaşı özelleştirmişler.savaşmak görevini şirketlere askerlik görevini ise kildren adı verilen genetik manüpülasyonla yaratılmış insan benzeri canlılara emanet etmişler.kildrenler 17-18 yaşlarında çocuk görünümlü ergenler.hiç yaşlanmıyorlar.bir deney sırasında keşfedilmişler.hafızaları yok.robota yakın varlıklar olmak için tasarlanmışlar ancak köklerini insanlardan aldıkları için bunu başarmakta zorlanıyorlar.










the sky crawlers isimli animemizin konusu özetle bu.önce bir romandan uyarlama önce manga olarak hazırlanmış sonra da filmi çekilmiş.yine bu işlerin ustası bir duayene emanet yönetmen koltuğu.güzel film bilimkurgu yapıyoruz gibi yapıp aslında günümüze ufak ufak dokundurmalar yapıyor.
genetiği değiştirilmiş organizmalar.ticari bir meta olarak savaş.çocuk asker kullanımı.zaten günümüzün var olan gerçek sorunlarını işlemiş film.barışı sağlamak için savaş göndermesi de 11 eylül sonrası dünyasına cuk oturmuş.





film bu güncel sorunları biraz daha felsefi biraz daha bilimkurgu soslu sunmuş.kesinlikle üzerinde uzun uzun kafa yorulması gereken bir film.
kildrenler onları yaratanlar tarafından insan olarak kabul edilmese de aslında onların ne kadar insani yönleri olduğunu görüyoruz film boyunca.korkuyorlar seviyorlar nefret ediyorlar.küçülmüş yetişkin insanlar gibiler.omuzlarında ağır bir yük taşıyorlar.bazen bu genç savaş pilotlarını izlerken çocuk yaştaki japon kamikaze pilotlarını hatırlıyoruz.kildrenler her ne kadar  hafızaları olmasa da yaşadıklarının farkındalar.her ne kadar onları yaratan şirketler tarafından bir eşya olarak görülseler de insan olduklarını düşünüyorlar.ve galiba aslında öyleler de.
ingilizce medyada geçen kildren kelimesi kill ve children kelimelerinin birleştirilmesinden türetilmiş bir kavram gibi duruyor.japoncası da buna yakın zaten kirudore yani öldüren bebekler ya da kuklalar gibi bir anlamı var.
savaş sahnelerinin görsel güzelliğini de es geçmemeliyiz bu arada.pervaneli uçaklar bir ikinci dünya savaşı filmi tadı yaşatıyor.
yine de filmde ağır bir "japon filmi" havası yok değil.ama olsun o da şanındandır.


yolculuk nereye hemşerim?



1940lar... amerikada bir yerlerde bir baraj açılışı.sakin güneşili bir hafta sonu.o zamanlar internet ya da televizyon gibi "eğlence araçları"" olmadığı için baraj açılışını izlemeye dalmışlar insanlar piknik dönüşü.buraya kadar her şey normal.hatta sıkıcı.peki acaba her şey göründüğü gibi mi?izleyiciler arasındaki değişik bir şey gözünüze çarptı mı? 
resmin sağ tarafında tişört giymiş güneş gözlüklü bir adam görüyor musunuz?



  dünya üzerinde zaman yolculuğunun mümkün olduğuna inanan pek çok insan var.ve bu  insanlardan bazıları eski fotoğraf veya görüntüleri inceleyerek bunu ispatlamaya çalışıyorlar."time traveler" yani zaman yolcusu olarak adlandırdıkları bu geziginleri bulabilmek için ciddi bir çaba içinde arşivleri tarayıp duruyorlar.kendilerine avcı diyorlar.bu gruplar için zaman yolculuğu bir gerçeklik yani gelecekten gelen ve geçmişte dolaşan insanlar olduğunu düşünüyorlar.onlara göre bu gezginler zaman zaman kameralara yakalanıyorlar.onlara göre bu resimdeki adam da bir zaman gezgini.bu dünya çapındaki pek çok "avcı" için efsane bir fotoğraf.adeta zaman yolculuğunun mümkün olduğunun kanlı canlı bir kanıtı.bu uzmanlar fotoğraf üzerinde herhangi bir oynama olmadığı konusunda hemfikirler.




1920ler... charlie chaplinin bir film projesi için çektiği görüntüler arasında bulunmuş bir belge.arkada kadraja giren hanım.sanki elindeki bir şeyi kulağına götürmüş gibi.bunun cep telefonuna benzer bir çeşit iletişim cihazı olduğunu iddia ediyor zaman yolcusu avcıları.






bu ve bunlar gibi pek çok fotoğrafa konuyla ilgili çeşitli bloglardan ulaşılabilir.daha ayrıntılı fikir edinilebilir.peki gelelim bilim adamlarına.onlar bu konuda ne düşünüyorlar?ikinci fotoğraf için söyledikleri pek bir şey yok aslında görüntü oldukça bulanık ve kadının elindeki nesne her şey olabilir.ancak ilk fotoğraf için açıklamaları var bilim adamlarının.öncelikle zaman yolcusu avcılarının iddialarının tersine o dönemler o tip güneş gözlüklerinin olduğunu söylüyorlar.ki araştırdım gerçekten 40larda öyle gözlükler varmış.tişört konusuna gelince onun da aslında aşağıdaki gibi amerikan kolej spor kıyefeti olduğunu iddia ediyorlar bilim adamları.ancak bu konuda herkesi ikna edebilmiş değiller henüz.


23 Kasım 2011 Çarşamba

"what if..."


what if ? ya eğer? yani "şu olay ya öyle değil de böyle olsaydı şimdi nasıl olurdu?" diyerek girişilen tarihi akıl yürütmeler.tarihi olaylara farklı bir perspektifle bakmak ve bir nevi alternatif tarih yazıcılığı.yakın zamanda popüler olan "alternate history" çalışmalarının ortak adı.2. dünya savaşını almanlar kazansaydı dünya şimdi nasıl bir yer olurdu ya da amerikan iç savaşını konfederasyon kazansaydı?peki ya sovyetler birliği yıkılmasaydı?ya da napolyon rusya üzerine yürümeseydi?hitler hiç doğmasaydı?bu ve bunun gibi sorulara cevap arayan cevap ararken tarihsel olaylar üzerinde yeniden düşünen tarihsel alternatifler oluşturan çoğu zaman öğretici olabilen zevkli fikir jimnastiği çalışmaları.çoğu zaman diyorum çünkü eğer abartılırsa yoğun bir anakronizme kapılıp hiç bir amaca hizmet etmeyen saçma sapan bir şeye dönüşebime tehlikesi de var.(1800lerin napolyon savaşlarından bahsederken sürerdim ingilizlerin üzerine tankları uçakları tadında saçmalamalara yol açma ihtimali de her zaman var eğer konuya hakim kişilerle yapılmıyorsa)






aslında bize çok uzak olmayan bir kavram "alternate history".pek çoğumuz ilk veya ortaokulda eğer atatürk olmasaydı neler olurdu konulu bir kompozisyon yazmışızdır büyük ihtimalle alternatif tarih yazıcılığı içinde olduğumuzu fark etmeden.aslında çoğu zaman güncel siyasette karşımıza çıkan atatürk sağ olsaydı tartışmalarını da yine bu alternatif tarih başlığı altında değerlendirebiliriz.
şu an internette pek çok "alternate history" sitesi forumu vb rastlayabilirsiniz.sıkı takipçileri var ve pek çok insan için ciddi bir uğraş alanı. konuyla biraz ilgiliyseniz başından saatlerce kalkamayabileceğiniz arşivlere sahip bu sitelerin pek çoğu.yeri gelmişken "alternate history" ile ilgili genelde bilimkurgunun bir alt dalı olarak görülen bir roman janrı olduğunu ve yine bu romanlardan beslenen pek çok film çekildiğini de belirteyim.daha sonra bunlarla ilgili örnekler vermeye çalışıcam.

bugün tarih dersinden çıktıktan sonra kafam adeta deli gibi "what if?" "what if?" diye zonkluyordu.osmanlının son günlerini işlemiştik.ders sırasında kafamda pek çok alternatif senaryo canlanmıştı.çok uzatmayım eve gelirken biraz da zamanım olduğu için oturup bol bol fikir jimnastiği yaptım.





osmanlının son günlerinde osmanlı aydının zihin dünyasına ve siyasi arenaya genel olarak 3 siyasi grup halimdi.ve hepsinin beğenin ya da beğenmeyin o günün şartlarına cevap verebilen sağlam temelleri olan ve işleyebilecek siyasi vizyonları vardı.ilk grup ingiliz etkisindeki liberal aydınların oluşturduğu itilaf ve ahrar partileriydi.ikinci grup alman ekolünden gelen ve genelde türk milliyetçisi olarak tanınan ancak gerektiği zaman dini argümanları da kullanmaktan geri kalmayan ittihatçılardı.bunun yanında pozitivist bir yanları da vardı ittihatçıların.ilk bakışta senkretik gibi görünen bu yapı 19. yüzyıl türk aydının karışık kafasını da gösteren önemli bir ayrıntı olmanın yanında aslında genel olarak türk milliyetçiliğine dayanmaktaydı.(dağılmalarla birlikte giderek küçülen imparatorlukta türkler yüzde olarak daha büyük payı oluşturmaya ve artık kendilerini artık devletin daha "asli" unsuru olarak görmeye başlamışlardı.devşirme sistemi çoktan ortadan kalktığı için zaten "etnik türk"ler artık siyasi kadrolara daha çok hakimdi.ancak türk aydını daha büyük bir dönüşüm istiyordu.ekonomi ticaret vb sahalarda söz sahibi olmak istiyordu.özetle türkler yarı sömürge tipi yapının dağılmasını ve modern bir ulus olarak dünyada yerlerini almak istiyorlardı.ittihatçılar biraz kafaları karşık olmakla birlikte bu grubun sözcülüğünü başarılı bir şekilde yaptıkları için giderek güçlendiler.özellikle sivil ve askeri bürokrat çevrelerinde.çünkü toplum yapısı nedeniyle etnik türklerin en güçlü olduğu ve olabileceği alanlar bunlardı).üçüncü grup ise sultan 2.abdülhamitin manevi önderliğinden güç alan ama çoğu zaman onunla organik bir bağı da bulunmayan islamcı aydınlardı.

ikinci grup yani ittihatçılar osmanlının son günlerinde yönetimi ele alıp ülkeyi birinci dünya savaşına sokmuşlar ve 1918de osmanlı devletinin şeklen olmasa da fiilen son bulmasına yol açmışlardı.yani kısaca ülkeyi batırmışlardı.ancak ittihatçılar sanılanın aksine o kadar salak insanlar değillerdi.hatta hiç değillerdi.(daha sonra genelde ermeni techirine bulaşmamış ittihatçılar arasından çıkan cumhuriyetin ilk siyasi kadroları bir ulus yaratma becerisine sahip olduklarını pekala göstermişlerdi çünkü.) sadece yanlış ata yani almanyaya oynamışlardı.aslında içinden geldikleri militarist siyasi yapı başka ata oynamalarına da müsade etmiyordu pek.oldum olası ingilizlerle araları pek iyi olmamıştı.alman yanlısı bir siyasi hareket olarak olagelmişlerdi çünkü.
peki ya sorusu burda geliyor.peki ya yönetimi ittihatçılar değil de islamcılar ya da liberallerele alsa şimdiki türkiye nasıl bir yer olurdu?

mesela liberalleri ele alalım.prens sabahattin ve tayfası için almanyanın o katı militarist yapısı pek uzlaşılabilecek bir yapı değildi.bu nedenle liberaller iktidarı o dönem için ele geçirseler büyük ihtimalle savaşa almanyanın yanında girmezlerdi.ya ingilizlerin yanında yer alırlardı.ya da ingilizler rusları kızdırmamak için osmanlıyı yanına almazdı tarafsız kal derdi.zaten osmanlı ordularının balkan cephesinde yapabilceği bir şey de yoktu.ingilizler efektif olarak bir faydası olmayacağı için osmanlıyı savaş dışında tutmak isterlerdi.sonuçta osmanlı devleti 1. dünya savaşını ya galip tarafta bitirirdi ya da tarafsız bir ülke olarak.yani 1918 gibi erken bir tarihte yıkılmazdı ancak 30ların çalkantılı dünyasına geldiğinde  büyük ihtimalle zayıflamış yapısıyla pek sağlam çıkamazdı buradan.her halükarda ancak bir iki on yıl ayakta kalırdı.ya da belki 20lerde sovyet rusyaya karşı kullanılmak için biraz güçlendirildi.ve belki 50lere kadar sembolik de olsa gelebilirdi.ya da kimbilir belki hala ayakta olurdu.tabiki yien sembolik ve oldukça küçülmüş bir şekilde.çok gevşek ve sadece şeklen bir federasyon biçiminde.

gelelim islamcılara.türk tarih ders kitapları her ne kadar ümmetçilik anlayışı arapların bizi birinci dünya savaşında sırtımızdan bıçaklamasıyla bitti dese de aslında arap ayaklanmasının osmanlı arap toplumu içinde çok geniş destek bulmadığını (özellikle yerleşik ve kentli araplarda) ve aslında arapları kışkırtan en önemli etkenlerden birinin de ittihaçı hükümetin türkçü ve pozitivist politikaları olduğunu biliyoruz.yani islamcı bir hükümet pekala osmanlı araplarını ülke içinde tutmayı başarabilirdi.abdülhamitin tarafsızlık politikası nedeniyle birinci dünya savaşına yüzde 99 girmezlerdi.bu nedenle yine 1918deki gibi erken bir çöküş yaşanmazdı.ancak gelecekte ırak gibi önemli petrol alanları üzerinde pek söz sahibi olunabileceğini  de sanmıyorum.sanırım osmanlıya olsa olsa suriye ve belki de hicaz bölgesi kalabilirdi.1950lerden sonraki arap kıpırdanmalarından sonra büyük ihtimalle oralar da giderdi.ama en azından birinci dünya savaşı gibi trajik bir olay yaşanmazdı.ve osmanlının çözülmesi biraz daha zamana yayılan daha kansız bir ayrılma olabilirdi.halifelik manevi önderliğinde bir tür kültürel ve ekonomik birlik benzeri bir yapı belki günümüze kadar gelebilirdi.en azından araplarla türkler arasında şimdiki gibi zaman zaman nefrete varan ilişkiye nazaran  çok daha yumuşak ve sevecen bir havanın olacağını sanıyorum.

gelelim yine türk milliyetçilerine.aslında ittihatçılar bir şekilde savaş dışında kalmayı başarabilirlerdi.bu ihtimalden yola çıkılacak olursa osmanınlının birinci dünya savaşına hiç girmediğini düşünelim.başta türk milliyetçisi bir hükümet var.ancak almanyanın savaşı kaybettiğini görünce büyük ihtimalle milliyetçilik dozunu hafifletip yüzünü daha çok batı avrupaya dönecekti.ittihat ve terakki biraz daha merkez partisi görünümüne kayacaktı.tabi yine o padişahlık makamıyla olan o çatışma durumu devam edecekti siyasetin doğası gereği.ancak bu daha çok tatlı bir sürtüşme biçiminde olacaktı bu.büyük ihtimalle abd'de olduğu gibi iki partili bir yapımız olacaktı.saraya yakın biraz daha liberal bir partiyle biraz daha merkez sağ partisi görünümündeki ittihatçılar arasında cumhuriyetçi demokrat çekişmesi gibi tatlı bir rekabet oluşacaktı.kısaca siyaset daha normalleşecekti.ittihatçıların diktatörlük heceslisi yanları biraz törpülenecekti çünkü almanya dünya siyasetinde bir 20 yıl daha var olmayacaktı.biraz daha ileriye gidelim.ikinci dünya savaşı.dünya yine kaynamaya başladığında büyük ihtimalle osmanlıdaki suni istikrar çok geçmeden sona erecekti.sanırım bir itilafçı-ittihatçı iç savaşı yaşanır ( ispanya iç savaşı benzeri) ittihatçılar galip gelirse türkiye almanya itilafçılar galip gelirse ingiltere yanında savaşa girerdi.tabi ayak üstü bu kadar geleceğe dönük çıkarımlar yapmak mümkün değil.bütün değişkenlerin tek tek incelenmesini gerektiren uzun bir araştırmaya gerek var.

şöyle bir bakıyorum da genelde bu fikir yürütmelerin çoğu osmanlı biraz daha nasıl yaşardı ekseninde.çünkü çoğu türk hayatının bir döneminde mutlaka ya acaba osmanlı yıkılmasaydı nasıl olurdu şimdi diye en az bir kez düşünmüştür.akademik çevreler de dahil yapılan bu fikir yürütmelerinin çoğu bu yüzden bu minvalde.çünkü türkün zihninde osmanlı kaybedilmiş bir cennet olma özelliğini hala koruyor.az ya da çok bir nebze hepimizde var bu geçmişe özlem.zaman zaman tv dizileriyle açığa vuruyoruz da bunu zaten.aslında çoğu zaman milliyetçilik dozu öyle aşırı yüksek olmayan çocuksu hayal kurmalar bunlar.ama gözümüzden kaçan gerçekler var.osmanlısnın son zamanları hiç de "işin içinden çıkılabilcek" durumda değildi.ittihatçılar da aslında bunun farkındaydılar ve son bir kumar birinci dünya savaşına girdiler.zarlar onları sevmedi.ama kazanan tarafta olsalardı dahi devlet daha en fazla ne kadar  yaşayabilirdi ki?aslında düşünüyorum da son elli yılında yaşanan krizler göz önüne alındığında sanırım bir savaşa bile ihtiyaç duymadan yıkılırdı osmanlı.aslında bütün bu fikir akımları ülkeyi biraz olsun daha ayakta tutmak için ortaya atılmıştı.hiç biri devlet yıkılsın istemiyordu.(aynı zamanlarda ortaya çıkan rusyadaki devrimci hareketle en büyük farkı da buydu osmanlı aydınlarının onlar yıkıp yenisini kurmak istierken osmanlı aydını genelde devlet nasıl daha uzun süre devam edebilir düşüncesi üzerinde kafa yormuştu) yani hangisi iş başına gelse kendince ülkenin menfaatleri için bir şeyler yapacaktı.ancak çok süpriz bir gelişme olmazsa büyük ihtimalle yıkılacaktı devlet.çünkü yürümeyen işlemeyen bir şeyler vardı.bu akımlar da zaten bu işlemeyen sistem yüzünden ortaya çıkmamışlar mıydı?ekonomik açıdan yarı sömürge olmuş sanayisi olmayan aydınla köylüyle azınlıkla arası kötü biraz ingiliz iteklemesiyle 1850lerden sonra zorla ayakta kalabilmiş bu yapının birinci dünya savaşından galip bile çıksa günümüze gelebileceğine ihtimal vermek zor.bir zamanlar şöyle bir şey okuduğumu hatırlıyorum:"tarihte her şey olması gerektiği gibi olur.aksi düşünülemez."sanırım doğru.yani her sonuç kendini oluşturan diğer sonuçlara bağlıdır bu nedenle oluşturacağı sonuçlar kestirilebilir hatta kesindir.ama yine de biraz fikir yürütmekten kimseye zarar gelmez.

20 Kasım 2011 Pazar

bir dershaneye gidememek





dün sabah uyanıp evden çıktım.bir dershaneyle iş görüşmem vardı.ancak dershaneye gidemedim.evet evden çıktım.ve dershane de ortadan kaybomamıştı.ama oraya gidemedim.üstat mario levinin bir şehre gidememek romanını anımsatan bu olayı isterseniz en baştan anlatayım.bir kaç gün önce kim bilir artık aklım nerdeyse oturma odasındaki boyu bana kısa gelen kanepede cenin gibi sızmış uyurken telefonum çaldı.karşı taraftaki ses statü ya da seviye dershanesi gibi (gibi diyorum çünkü görüşmeyi yaptıktan sonra tekrar uykuya daldığım için verilen ismi net hatırlayamıyorum) bir isim verdi ve hafta sonu uğrayabilir misiniz dedi.tamam uğrarım dedim.dün sabah tıraşımı olup  elimde ne varsa biraz resmi giyinmeye çalışarak (ceket filan) evden çıktım.dershanenin ismini net hatırlamıyordum ama verilen adres tarifine (hatırladığım kadarıyla) güveniyordum.çankaya itfaiyenin oralarda adı s ile başlayan kaç dershane olabilirdi ki en fazla.
ve büyük çankaya macerası böylece başladı.henüz taksi dolmuştayken arabanın camından dışarı bakarken anladım işleri batırdığımı.seviye dershanesi diye zihin haritamda canlandırdığım yer aday dershanesiydi ve ben onun önünden geçen taksi dolmmuştaydım.mecburen yanlış olduğunu bile bile orda indim.başladım seviye dershanesini aramaya.delilikle dahilik arasında çok ince bir çizgi var derler ya doğru olabilir çünkü pekala adres arayan adamla da delilik arasında çok ince bir çizgi olabileceğini gördüm o gün.resmen avare gibi havalara bakarak geziyordum ortalıkta.insanları evleri şekilleri sanki dünyaya ilk kez o gün gelmişim gibi anlamlandırmaya çalışıyordum.halimi gören insanlar da zaten bana tuhaf tuhaf bakıyorlardı.peki tahmin edin ansızın ne oldu.hiltonun etrafından iki ya da üçüncü dönüşlerimin birinde birden kocaman bir s harfi gördüm.hemen ışığı gören pervaneler gibi takip ettim tabelayı.evet seviye dershanesini bulmuştum en sonunda.hemen ışıklardan koştura koştura geçip binaya attım kendimi.uzatmayayım derhaneye girdim etrafta müdür odası gibi bi şey yazan bi tabela aramaya başladım.camlı bir bölmenin arkasında oturan beyaz önlüklü kadınlardan biri kafasını bölmeden çıkartıp şakın bir suratla "buyrun?" dedi.bi çeşit  meczup olduğu düşünmüştü herhalde.en salak ses tonumla kakılmış gibi ben iş görüşmesi için gelmiştim dedim.bi yer tarif etti oraya gttim.iki hanım oturuyordu içerde.aynı şekilde derdimi anlattım.şaşkın şaşkın bakmaya başladılar yüzüme.sonra içlerinden biri bir yanlışlık var galiba diyebildi.evet yanlış gelmiştim.hemen anladım.ama bir yandan da salak gibi gözükmemek için hemen kabullenmedim durumu.müdür bey derste çıkınca görüşün isterseniz ama öğretmen alımımız yok şu anda dediler.tamam ben biraz beklerim dedim.içerdeki kantine gidip bir neskafe içtim.derken aklıma beni arayan numarayı aramak geldi.kontörüm olmadığını fark ettim.sonra içeri gidip en azından beni arayan bu numaranın onlara ait olup olmadığını sormak geldi aklıma .gidip sordum.numara müdür beyin değildi.dolayısıyla burdan aranmmıştım.başka arayan olsa bilirdik gibi bi şeyler de dediler.durum iyice netlik kazanmıştı.yanlış gelmiştim.bi şeyler geveleyip (arkadaşlar beni işletti galiba filan gibi utanç verici komik bişeyler söyledim yanlış hatırlamıyorsam) çıktım.bu arada adamı sabit telefondan aramıştık ama cebi kapalıydı.kontör alıp yine aramaya karar verdim ve başladım kontör aramaya.girdiğim hiç bi markette sanki ayarlanmış gibi telefon kartı kalmamıştı.kafamda binbir ihitimal ve düşünceyle çankayadaki aveya bayisine gidip kontör yüklettim.sonra adamı aramaya başladım.yok yok yok.aradığınız numaraya şu an ulaşılamıyor.
adama ulaşmak mümkün değil gibiydi en azından evden çıkmışken beni arayan dershaneyi bulup bu görüşmeyi olmazsa başka bi idareciyle yapıp bu olayı artık kapatmam gerektiğine karar verdim.ve adında s olan bütün dershaneleri dolaşamaya başadım.
daha sonra araştırmamı biraz daha genişletip içinde akademi vs gibi isimler olan yerleri de kattım.bazen "içimden bir ses" öyle diyor diye alakasız yelere bile girip çıktım.artık umutsuzluktan iyice medyuma bağlamış durumdaydım.aramalarım hep hüsranla sonuçlanıyordu.hayır biz aramadık efendim sizi.yanlışlık olamalı.hayır efendim biz satranç kursuyuz zaten.hayır.kim dediniz.hayır bizim numaramız değil.
taksi dolmuştan ineli iki saati geçmişti.son bir ümitle bir yere daha gireyim dedim.ancak bu sefer salak gibi görünmeden numaranın oraya ait olup olmadığını anlamak için süper bir fikir gelmişti aklıma.müşteri gibi davranacaktım.hatta hikayeyi biraz daha canlı kanlı hale getirmek için ayrıntılar bile kattım.içeri girdim kardeşimin kpssye hazırlandığını bir kpss kursu araştırdığını geçenlerde böyle bir yerden arandığını ancak bu yerin adını unuttuğunu söyledim mümkünse bu numaranın onlara ait olup olmadığını öğrenebilir miyim diye sordum.numaranın sadece sonu aklında kalan memur kız evet burası dedi.filanca hanımın numrası buyrun sizi onla görüşmeye alalım.müdürenin odasına çıktım.teyit etmek için bir kez daha ona sordum numarayı hayır buranın değil dedi ama madem geldiniz kampanyalarımız hakkında bilgi verelim.güzelce enformasyonumu alıp tıpış tıpış çıktım.tam evin yolunu tutmuştum ki zirve dershanesinin tabelası bana resmen göz kırptı.hey statü seviye değil zirveydi duyduğun yerin adı z ile s yi karıştırdın aptal şey gel hadi buraya dedi tabela bana.içeri girdim.yine aynı hadiseler yanlışlık olcak karışıklık olcak vs.sonra müdür beni odasına çağırdı.bizim aslında coğrafyacıya ihtiyacımız var var hocam sen bence branşını değiştir dedi.sanki saç modeliden bahseder gibi rahat söylüyordu adam bunu.tamam olur dedim.hayırlı işler dileyip çıktım.
eve deldiğimde beni bir kaç gün önce arayan numarayı yine aradım.hala kapalıydı.

18 Kasım 2011 Cuma

" hey benim patronum değilsin artık !! "


hayatı boyunca iş aramakla geçirdiği süre bir işte çalışmakla geçirdiği süreden daha fazla olan bir bünye olarak pek çok iş görüşmesine girip çıkmışlığım var.farklı farklı işveren modellerini uyuz sevimsiz götü kalkık neşeli sevecen umursamaz şüpheci akılınıza ne gelirse en az bir kere görmüşlüğüm var.ancak hayat beni hala şaşırtmaya devam ediyor.
geçenlerde bornovada özel ders veren bir yere iş görüşmesine gittim.küçük bahçeli bir dubleksi kapatıp ders evi yapmışlar.güzel sevimli bi yer.ancak içeriye adım atıp işverenle tanışıncıya kadar sürdü bu sevimlilik hali.
aralanan bir kapıdan uzanan kel bir adam kafası gördüm önce.sonra kapı açıldı full siyah giyinmiş omuzları kalkık yürüyen bir adam çıktı karşıma.sanki kurtlar vadisinin mematisi cinayetten sıkılıp gelip etüt merkezi açmış.otuz otuz beş yaşında ya var ya yoktu doğuştan kel değildi kafayı kazıtmıştı.sert bir ses tonuyla beni odasına davet etti.selam sabah yok tabi bu arada.neyse adamın odasına girdim.odanın yarısını kaplayan kocaman cam bir masa karşıladı beni.masasına geçti.ben de masanın önündeki koltuğa oturdum.aslında koltuk o kadar alçaktı ki gömüldüm ifadesini kullansam daha doğru olur.masasının arkasından ve bana yaklaşık  bir metre yüksekten vertical bir güven ve sahte bir soğuklukla sorular sormaya başladı.her halinden yapmacıklık fışkırıyordu.o pahalı fazla süslü takım ve "vol sitrit" kurdu edaları filan.arada bilgisayarına bakıyordu.masanın üstü havalı görünsün diye konulmuş ama her halinden ucuz olduğu belli olan abuk subuk süs eşyaları ya da nesnelerle doluydu.geçmiş iş tecrübelerimi sordu ben de anlattım.sonra nedensiz yere sırf laf sokmak için biz öyle bi sürü yere girip çıkmış adam aramıyoruz dedi.ne alaka diye düşündüm içimden.sonra çok geçemeden "çalışana pislik gibi davranma ekolü"nden geldiğini anladım.tepeden bakmalar laf sokamalar iğneleyici kendini beğenmiş tavırlar garip bir gerginlik.evet böyle küçücük bir anaokulu sahibi için inanılmaz burnu havalarda kendinden büyük ve soğuk tavırlar içindeydi.sanırım patron olmakla patronluk taslamayı birbirine karıştırıyordu.
bi acayip tavırlar içindeydi.konuşurken genelde yüzünüze bakmıyordu.daha havalı ve büyük bir işadamı havası kattığını düşündüğü için eli hep çenesindeydi ve sürekli yüzünü ekşitiyordu.karikatür gibi bi şeydi.kafasındaki "patron olmak"la ilgili bütün kalıpları patron olur olmaz motamot bir biçimde hayata geçirmeye çalıştığı her halinden belli oluyordu.yaptığı bütün abukluklara karşın neyse dedim sabahın onunda bornovada bir anaokulunda tatsız bir münakaşaya girmek istemedim.işi geri çevirdim.sonra çıkıp eve geldim.yolda gelirken bir iş yeri sahibi olmanın insanlar üzerinde yarattığı o karşı konulmaz tahakküm altına alma duygusunun nedenini düşündüm.genel bir patalojik durumdu bu.bırakın bir holding veyahut bir şirket sahibini böyle küçücük bir adam bile insanın neredeyse kanını donduran bir umursamazlık içinde çalışanları ya da çalışan adayları üzerinde böylesine başına buyruk hareket edebileceği kanısına sahipti.(elbette büyük patronların çalışnalarını ezmesi normaldir sonucu çıkmasın bundan.)küçük bir iş sahibinin bile bu denli havalanabildiği bu kriz ve işşizlik dolu dünyada tanrım çalışan insanların yardımcısı olsun diye gerçirdim içimden.
çünkü malesef çoğumuz amerikan gençlik filmlerindeki dizilerindeki ukala ergen çocuklar gibi "hey benim patronum değilsin artık!!" diye bağıracak lükse sahip değiliz.
ne diyim umuyorum yakın zamanda işverenler ( hepsi değil tabi ki ) şu patron triplerinin patronluk işinin gereklerinden biri olmadığını kavrarlar da biz iş arayanlar da böyle tuhaf durumlarla karşılaşmaktan kurtuluruz.

izmir'de hayat var mı?


izmirde yaşayıp da belediyenin kalabalık yerlere astırdığı o kocaman "izmirde hayat var" "izmirde özgürlük var" "izmirde şu var" "izmirde bu var" afişlerini görmeyen yoktur.bu afişleri ilk gördüğümde sanırım izmiri tanıtmak için başlatılan ulusal bir reklam kampanyasının izmir ayağı gibi bi şey diye düşündüm. sloganlar biraz abartılı ve iddalı olsa da genel olarak fikri oldukça faydalı buldum. ve gerçekten içimden belediyeyi taktir ettim.
afişlerdeki verilmek istenen mesajlar tasarım vs çok hoştu .izmir liberal aydın çağdaş bir kent olarak sunuluyordu.gerçi bunlar izmir denilince genelde türk insanının kafasında zaten canlanan kavramlardı ama sonuçta tekrar pekiştiriliyorlardı.ve en önemlisi ilanı veren chpli belediyenin siyasi vizyonunu bir yaşam biçimi teması içinde çok güzel veriyordu.yani reklamı verenlerin amacının yerine ulaşması açısından başarılıydı."izmirin yüzde sekseni gece kondu sanayi bitik ulaşım sıfır vs" gibi eleştiriler getirenler olabilir ama bu mevzudaki sorun bu değil.reklamda amaç mesajın alıcıya doğru ulşaması ve gönderenin istediği etkiyi uyandırmasıdır.bu reklam bunu başarıyordu.ya da sanırım ben öyle düşünüyordum.
bir kaç gün önce  biraz araştırdım sanırım bu afişler sadece izmir için hazırlanmış.yazılanlara bakılırsa sadece izmire asılmış bu afişler yani belediye izmirliye izmir reklamı yapmak dışında bir şey yapmamış.eğer doğruysa çok trajikomik bi durum.
 bu bana biraz çetin altanın ünlü türke türk propagandası yapmak deyimini hatırlattı.üstat türk dış politikasıyla ilgili bi hadise olduğunda hükümetlerin yabancı ülkelerde hakkını savunacağına orada propaganda yapacağına biz haklıyız biz haklıyız diye kendi halkına propaganda yapmasını kastediyordu bu tabirle.türke türk propagandası yapmak genelde yabancı bir ülkede kendi reklamını yapman gerekirken bu reklamı kendi halkına yapman demekti.

17 Kasım 2011 Perşembe

büyük patlama ve bize kattıkları



yıllar önce saygın bir bilim dergisinde "büyük patlama teorisi"ndeki evreni oluşturan büyük patlama ile ejakülasyon  hadisesinin (boşalma) (bknz cinsellik) birbirine çok benzediğini okumuştum.(evreleri bunların süresi biçimi vs) o zamanlar liseye gittiğim için "aa cinsellikle ilgili yazı var dur okiyim" diye okumuştum.o nedenle ilgimi çekmişti.yazı aslında teorik fizikle "günlük hayat" arasında bağ kuran güzel bi analojiydi.
the big bang theory yaratıcıları da bu yazıyı okumuş olacaklar ki bu "teorik fizik ve cinsellik" analojisini  kullanmışlar bu eğlenceli konsepti yaratırken.aslında bu yazıya kadar bile gitmeye gerek yok zaten "big bang" kavramı günlük dilde de gayet cinsel çağrışımlar içerden bir kavram.fikri biraz genişleterek zeka-cinsellik ,dahi adam-aptal sarışın kadın, dahi adam - küçük gündelik sorunlar gibi motifleri işleyen bir dizi çıkartmışlar ortaya. diziyi beğenerek takip ettiğimi de yeri gelmişken belirteyim.ancak geçenlerde  dizinin yayınlanmamış pilot bölümünü izlediğimde aslında acaba böyle olsa daha güzel olur muymuş diye de düşünmedim değil.
dizinin pilot bölümünde bu zeka-cinsellik teması çok daha yoğun biçimde ve hissedilir düzeydeydi. şimdiki versiyonla neredeyse tamamen farklı gibiydi.dizinin açılış sahnesinden sheldon sperm bankasına sattığı spermlerini geri almaya çalışıyordu mesela.anladığım kadarıyla şimdiki gibi "aseksüel" değildi.mesela karaterler şimdiki iyice sulandırılmış nerd tipler değil daha çok sorunlu tuhaf fizikçilerdi."hayatın içinden gelen kız"  ise biraz fazla hayatın içinden geliyor gibiydi.ve ayrıca şimdiki penny gibi pek sempatik bi şey de değildi.dizide raj ve wolowitz karaterleri yoktu.şimdiki neşeli cıvıl cıvıl dekor yerinde daha karanlık ve soğuk bir dekor vardı.bel altı espriler ve açık cinsel göndermeler çok daha yoğundu.dizi mesajını daha net veriyordu.ve aslında daha çok yetişkinlere yönelik bir kara komediye benziyordu.intro bile farklıydı.
yani şimdiki dizinin neşeli nerd temalı konseptinden tamamen uzaktı. yapımcılar  neden bu kadar yoğun bir revizyona gitmişler aslında anlamakta da biraz zorluk çektim.pilot bölümle şimdiki konsept adeta iki farklı dizi gibi.şimdiki daha çok bir nerd güldürüsü ya da çok sulu bir nerd taşlaması gibi.karakterler çok daha karikatürize.ana fikir zar zor fark edilir düzeyde.cinsellik dozu düşürülmüş ya da daha kabul edilebilir düzeye çekilmiş ya da  cinsellik daha sevimli kılınmış gibi.reyting kaygısıyla kara komedi yerine daha güleryüzlü bir atmsosfer tercih edilmiş.
iyi mi yapılmış onu zaman gösterecek.belki dizi bir seinfeld olma şansını kaçırdı böyle yapılarak ya da bir sezonu ancak ancak bitirebilecek ve pek hatırlanamayan  bir dizi olmaktan kurtuldu kim bilir.

14 Kasım 2011 Pazartesi

iş arıyoruz


pek çoğumuz zamanında havalı isimlerine aldanıp bu bölümlere kayıt yaptırdık.ve bu bölümlerden mezun olduk.gerçek dünyada günümüz türkiyesinde örneğin bir uzay bilimciye gerçekten ihtiyaç olup olmadığını düşünmedik..şimdi ise hayal dünyasıyla gerçek dünya arasında ne gibi farkılılıklar olduğunu anlamakla meşgul durumdayız.


 

 


birbiri ardına çoğlan online iş arama siteleri gazete ilanları ya da eş dost gibi değişik kanalllar kullanarak bir işe yerleşmeye çalışıyoruz.özellikle üniversiteden yeni mezun olmuş insanı ucuz iş gücü gibi gören reel iş dünyasında işimiz gerçekten zor.
liseden mezun olduğumuz günlerdeki pembe gözlüklü ve geleceğe umut neşe içinde bakan tatlı tatlı hayaller kuran halimizden eser yok.
çoğumuz için eski günlerdeki entelektüel veya estetik kaygılardan eser yok artık iyi kötü bir iş bulup anne babanın yanından taşınma derdindeyiz.önemli bir kısmımız için sokaklara düşme korkusu bile bir gerçeklik olarak ortada durmakta.


13 Kasım 2011 Pazar

incir reçeli sendromu


SAKLANDIKLARI YERLERDEN AŞK İÇİN ÇIKTILAR... HİÇ YADIRGAMADIM YÜZÜNÜ İNAN ÇOK TANIDIK GÖNLÜME HOŞGELDİN SEVDİĞİM KUSURABAKMA ORTALIK BİRAZ DAĞINIK... GÜNAYDIN SOL YANIM... BEDENİN BU KADAR UCUZMUYDU BİLEMEDİM... ASIL UCUZ OLAN NE BİLİYORMUSUN BEŞ KURUŞ VERMEDEN SAVURDUĞUNUZ YARGILARINIZ... SANA DOKUNMAK TÜM KELİMELERİ YAKMAK GİBİ... SANA DOKUNMAK TÜM İNSANLARI AFFETMEK GİBİ... SANA DOKUNMAK ÖLÜME İNAT GİBİ... İNCİR REÇELİ SENDİN AŞKIM....

 incir reçelinin hayatımıza kattığı ucuz ve dokunaklı şiir yazma ekolü her gün başta "feys" olmak üzere çeşitli mecralarda özellikle genç kesimde ciddi bir şiir yazma/gönderme/paylaşma bağımlılığına dönüştü.üstüne üstülük zarar gören sadece edebiyat değil bizzat bu gençlerin kendisiydi.ciddi travma sayıklama şaşkınlık ve henüz adı konanamış semptomlarla kendini gösteren salgın gün geçtikçe çığ gibi büyümeye devam ediyor.


martı döner


bir liraya ya da daha da ucuza a alıp yediğiniz "tavuk" dürümlerin aslında genelde martı etinden yapıldığını biliyor muydunuz?ben bilmiyordum.
internette geçenlerde tesadüfen bunla ilgili bişeyler okudum.olayı biraz araştırdım ve parçalar yerine oturmaya başladı.birden eskisi kadar martı sesi duymadığımı etrafta eskisi kadar martı görmediğimi fark ettim.sanırım söylentiler doğruydu.
evet martıları çok seven bir insan sayılmazdım ama olay keyfimi kaçırdı.
konuyla ilgili araştırmalarıma devam edicem.

bornova sokağı senfonisi 2

şehirleri kana bulayan gece isyanları
ve suskun soytarılar
yanan opera binalarının üstünde oturmuşlardı
uzaktan bir yerlerden bir at arabasının yakşalaşan çığlık sesi böldü geceyi
suskunluğumuz yerini gururlu bir acıya bıraktı
ve üstümüze düşen ikişier tonluk bombalara gülümsedik

ah diye bağırdı bir kadın
adeta sesiyle resim çiziyordu
sessizliği bozmayın ellerimi dinliyorum dedi
bırak ellerin yerinde kalsın dedim yeter ki dokunma sözcüklerime
onlara ben bile dokunmazken

sessizliği hep içimde büyütmek istiyorum
çünkü gece bozuyor kurduğum her planı
çünkü gece olunca başka hiç bir şey kalmıyor geriye
belki sadece anlamsızlık

bimleşmek


bir süpermarketin müşterisine göre ürün satması ya da dükkanını müşterisine göre düzenlemesi son derece normal ve alışılagelmiş bir durum.ancak müşterinin bir süre sonra gittiği markete benzemeye başlaması sanırım pek rastlanamayan tuhaf bir durum.dünyada eşi benzeri görülmemiş bu hadiseyi başardığı için bimi ucuz fiyatlarının yanında bir de bunun için kutlamak lazım diye düşünüyorum.
şöyle ki marketin ucuz ürün politikası bir süre sonra ruhunuza o kadar işliyor ki bir süre sonra her şeyin daha ucuzunu aradığınızı şaşırarak farkediyorsunuz.günlük hayatınıza iş ilişkilerinize hatta aile ve aşk ilişkilerinize kadar sızıyor bu durum.
aslında her gün bime giderken gerçekten de her şeyin en ucuzunu bulacağınızı biliyorsunuz.bimin size esas sattığı şey işte bu vizyon.süpriz yapmıyor sizi şaşırtmıyor.üstün bi kalite vaadetmiyor.sadece en ucuzunu bulacağınızı söylüyor ve gerçekten de en ucuzunu buluyorsunuz.bir süre sonra markaya güven hatta bir tür huşu hissi duymaya başlıyorsunuz.ve bu sarsılmaz güven duygusunun size kattığı duyguyu hayatınızın her alanında duymak görmek istiyorsunuz.işte bimleşmek bu noktada başlıyor.
bimleşmek sadece perakende sektörüyle sınırlı bir kavram değil.spordan siyasete her alanda bimleşmenin etkilerini görmek mümkün.geçtiğimiz on yıllık ak parti iktidarı bunun en güzel örneği kanımca.düşünün bir siyasi parti sürekli bozulan koalisyon hükümetleri ekonomik kriz terör vs ortamından sonra tek başına iktidar oldu.birden bambaşka bir döneme girildi.çoğu insan siyasi görüşüne uymasa da bu partiye oy vermeye başladı.amaç istikrarın sürmesiydi.insanlar güvende olmak istiyorlardı.ve istediklerini aldılar.evet gerçekten de durum eskiye göre daha iyiydi.parti vaadettiklerini vizyonunu halka güzel biçimde sundu.halk da bu vizyonu alıp sahiplendi.ve yıllar geçtikçe bu kitlelerin önemli bir kısmı oy verdiği partiye benzemeye başladı.ak parti benzeri olmayan bir şey yaparak kitlelere göre siyaset yapmanın ötesine geçti. artık o kitlelere göre değil kitleler ona göre davranıyordu.bu çoğu zaman planlı bile değildi.sarsılmaz güven duygusunun yarattığı bir tür genel konsesus duygusu yüzünden kendiliğnden ortaya çıkıyordu.kendinze bakın ve gözlerinizi kaçırmadan söyleyin bugünkü halinizle on yıl önceki haliniz arasında hiç mi fark yok.evet var.artık hepimiz biraz daha domestik biraz daha mütedeyyin biraz daha muhafazakarız.ve bu hükümetin doğrudan bize dikte ettiği bir durum da değil.çoğu zaman bu durumun doğrudan planlandığı da sanmıyorum.evet belki çok ince bir toplum mühendisliği var.ama her durumda mı? ya da belki sadece patronu hastalanınca biz hasta olduk diyen amerikalı siyah köleler gibiyiz.ya da bimleşiyoruz.ve belki bu o kadar da kötü bir şey değil.

12 Kasım 2011 Cumartesi

milli nerd projesi


batı dünyasında nerd loser jerk gibi tanımlarla açıklanan kavram veya yaşam tarzı günümüz türkçesinde karşılığını bir türlü bulamadı.ciddi bir "lost in translation" durumu var.evet altyazı ekipleri dublajcılar bazen de yabancı dizilerin türk versiyonlarının yazarları bu kavrama kendilerince türkçe karşılık bulmaya çalıştılar.genelde ezik ( bknz: tatlı cadı) bazen de inek sözcükleri kullanıldı.ama hiç biri yeterli olmadı.günlük yaşayan türkçeyle bu çeviri sözcükler arasındaki kan uyuşmazlığı bir türlü giderilemedi.bir şeyler uyuşmuyordu.tabi bunda batılı anlamda bir nerd yaşantısının ülkemizde henüz olmamasının da etkisi yok değildi.ki buna yazımın sonraki bölümüde değineceğim.inek ya da ezik sözcüğünün sokaktaki ortalama türk için yarattığı çağrışımlar nerd kavramının yakınında bile değildi çoğu zaman.özellikle ezik sanırım sadece ortaokul öğrencisi kızlar için bir anlam ifade ediyor gibiydi.özetle bu kavramı türkçeye kazandırma çalışmaları beyhude ve çocukca bir çabadan öteye gidemedi denilebilir.oğuz atayın "tutunamayanlar"ı ise genelde üniversitenin ilk yılında ortam yapmaya çalışan çocukların zihin dünyası dışında pek karşılık bulamadı ve genel olarak fazla entelektüel bir çaba olarak kaldı.




sanırım şimdilik hala "bir baltaya sap olamamış" sıfatı bu kavramın en yakın türkçe karşılığı. çünkü annesinin evinin garajında yaşayan ve bilgisayar kurdu tuhaf adamlar ülkem için henüz oluşmamış bir gerçeklik.amerikan filmlerinde gördüğümüz çizgi roman okuyan bilimkurgu meraklısı gözlüklü hafıf sıska o nerd tipi loserlar için sanırım bir süre daha bekleyeceğiz.türk tipi nerd veya loser amerikan filmlerinden çok daha farklı.aslında daha doğru bi deyişle onlarda loser varken nerd varken bizde "bir baltaya sap olamamış" var.o yüzden bu kavramı inek ya da ezik gibi komik sözcüklerle çevirip her seferinde başarısız oluyoruz.elimizdeki losera en yakın şey şimdilik bu "bir baltaya sap olamamış"

 

"bir baltaya sap olamamış"okumayan askere gitmeyen okusa da salaktan açıköğretim takılan ya da zekası biraz kıt ki çoğu zaman komşular tarafından evde kalmış gözüyle bakılan bütün gün evde evin garajında filan değil bildiğin oturma odasında televizyon karşısında oturan ve çoğunlukla ya "feys"te takılarak ya da kral tv izliyerek vakit öldüren işsiz genç ya da genç irisi genelde geç 20ler ya da erken otuzlarda adam ve kadınlar.bazen gaza gelip bi kaç kitap aralasalar da ya da bazen elde cv iş aramaya çıksalar da ya da memurluk sınavına girseler de gerek ülkenin ekonomik durumu gerekse de devletin istihdam politikaları nedeniyle evde oturmaya devam eden adam ve kadınlar.bizden insanlar tuhaf değiller.çoğu nerd tuhaf olarak tanımlanır ki öyledirler de.ancak bizim nerd bizim loser tuhaf değildir can alabildiğince bizdendir.o yüzden de zaten bizde batılı anlamda bir nerd yok.evet biraz bu yüzden.


tabi tamamen işsizliğe bağlamak doğru olmaz durumu.bizim nerd ya da loser farklıdır.bir kere çoğu zaman çok bilgili tiplerdir batılı nerdler ancak bizimki pek bilgili değildir.batıda çok bilmiş ama genelde gereksiz şeyleri bilen tiplerdir bunlar ancak bizdekiler ne gerekli ne gereksiz hiçbişey bilmeyen abi ve ablalardır.ordaki ezik çok şey bilen salaktır bizdeki ezik hiçbişey bilmeyen salaktır.arada bazı istisnalar olmakla beraber.eğitim sisteminden kültüre pek çok nedene bağlanabilir durum.bu durumda diğer pek çok açıdan olduğu gibi batının ne kadar gerisinde kaldığımız en güzel göstergelerinden biridir kanımca.düşünün oradaki adam annesinin evinin garajında bilgisayar yapıyor.bizimki askerden kaçmak için açıköğretim işletmeye yazılmış.ordaki ezik sorduğunda 1940ların bilimkurgu sinemasını anlatıyor bizdeki "feys"ten video paylaşıyor.
hülasa gönül istiyor ki gerçekten bizde de nerd olsa ve bu kavram doğru kişiler için kullanılsa. ülkem bilgisayar dahileriyle amatör resimli roman ve bilimkurgu meraklılarıyla dolsa ve onlara göğsümü gere gere ezik diyebileyim.ya da inek.
milli silah milli tank milli uçak derken alıp başını giden milli projelerden zaman kalırsa yetkililerin "nerd sorunu"na el atmalarını istiyorum.ileri de kanayan bir yaraya dönüşmeden önce.