23 Aralık 2011 Cuma

uzay yolu,üçüncü nesil haklar ve düşündürdükleri




biz insanoğlu onbinlerce yıldır bu dünyadayız.barajlar yaptık hayvanları evcilleştirdik tarım alanları açtık bitki türlerini ıslah ettik şehirler kurduk.binlerce yıldır deliler gibi çalışıp gezegeni yaşanabilir bir yer haline getirdik.ancak yetmedi.hala deliler gibi çalışmamız gerekiyor.tam da aslında biraz dinlenip çalışmalarımızın meyvasını toplamamız gereken sırada.çünkü birileri bizim çalışmamış sonunda sağladığımız kazancı marksist terminolojiyle "artı değer"i alıp iç ettiler.geceleri alt yazılı diziler yayınlanan kanalların gündüz "ekonomi" kuşaklarında alltan geçen rakamlara dönüştü milyonlarca insanın milyonlarca çalışma saati.çünkü kaplitalist ekonomi hala servet edinme gibi ilkel bir refleksle hareket ediyor.ortaya çıkan "artı değer" insanlığın menfaati için kullanılacağına bazı banka hesaplarında vb yerlerde paraya ve kağıda dönüşmüş olarak öylece yatıyor.tabii ki bu tip eleştiriler her zaman "komünistlik" ile suçlanma sonucunu doğuruyor batı dünyasında.aslında kapitalizme yapılan eleştiriler her zaman da "komünist" değil.toprağı bol olsun star trek yaratıcısı gene roddenbery durumu ne güzel özetlemişti.sanırım üstadın son filmiydi.kaptan picard bir şekilde geçmişe dönüyordu atılganla birlikte.sonra geçmişin dünyasından bir kadın misafir oluyordu gemiye ve aralarında şöyle bir diyalog geçiyordu.kadın-"vay canına kaptan bu gemi gerçekten çok büyük.milyonlarca dolardan daha pahalı olmalı." kaptan picard- "dolar mı?" kadın - "parayı kastediyorum." picard - "hımm evet.aslına bakarsan bizim geldiğimiz yerde para yoktur.çünkü biz çalıştıklarımızı biriktirmeyiz."
evet diyalog üç aşağı beş yukarı böyle bir şeydi.kaptan picard geleceğin dünyasında para vb şeylerin olmadığını gelecekte insanların çalışıp kazandıkları şeyin sadece refah olduğunu anlatıyordu.
yine pek çok star trek bölümünde buna benzer diyaloglar hatırlıyorum.geleceğin dünyasının insanları biz "geçmiş"in insanlarına hep hafif acıyarak gülümseyerek gelecekte işlerin farklı olduğunu anlatıyorlardı.kuşkusuz star trek yaratıcıları komünist değildiler.(burada komünist kelimesini marksistle eş anlamlı olarak alırsak)
kaynakların sınırlı olduğu bir dünyada bazı insanların ya da "ekonomik gruplar"ın sınırsız zenginleşmesinin aslında bizim cebimizden ödendiğini kestirmek zor değil.ve buna karşı çıkmak için elbette komünist olmaya da gerek yok.
marksizmin ateist düşünceye sahip olmasına rağmen 19. yüzyıl gibi tutucu bir çağda hızla yayılmayı başarabilmesi ancak bu "toplumsal adaletsizlik" kavramıyla açıklanabilir gibi geliyor bana.yoksulluk pek çok şeyin önüne geçti ve pek çok insan senkretik bir yapısı rağmen marksizmi destekledi ona yol açtı geçmiş yüzyılda.
sonra zamanlarda ortaya çıkan yanılmıyorsam üçüncü nesil haklardan olan tembellik hakkını getiriyor akla bütün bu konuşulanlar."evet binlerce yıldır çalışıyoruz.artık biraz oturup dinlenmenin zamanı geldi beyler" tezini savunuyor tembellik hakkı.aslın biraz etraflıca düşünüldüğünde çok da saçma bir şey değil gibi duruyor.

19 Aralık 2011 Pazartesi

fox tv gündüz kuşağı dizileri ve düşündürdükleri




amerikan sağının güçlü sesi fox türkiyede yayıncılığa başladığında açıkçası çok farklı beklentilere yol açmıştı.gündem siyaset ortadoğu vs gibi haberler beklerken nedense birden brezilya televizyonu havasına giriverdi.tabi bunda türkiyenin kendine has durumunun da etkisi yok değildi.şu anda gündüz kuşağı tamamiyle düşük bütçeli "soap opera" tadında dizilerden ibaret.bunlardan bilhassa iki tanesi dikkat çekiyor.biri "unutma beni" diğeri ise tabii ki "deniz yıldızı".her ikisi de ankarada geçiyor.bence fikir müthiş.pembe dizi çekmek için ankaradan daha uygun bir şehir olabileceğini düşünmüyorum türkiyede.bir kere oyuncu bulma sorunu yok.bir çok tiyaro var kentte belediyesi olsun devleti olsun özeli olsun.pek tanınmamış yeni yüzlerle dolu bir kentimiz.hepsi bir sıçrama yapıp istanbulda büyük prodüksiyonlarda rol almayı düşleyen oyuncular.dizi yapımcıları için adeta "ucuza çalışabilecek oyuncu" deposu gibi bir yer.ankaranın bir diğer çekici yanı ise gerek bu işin piri brezilya ekolünden gerek amerikan ekolünden gelen kapalı mekanlarda düşük bütçeyle çekilen soap operalar için mükemmel bir lokasyon olması.bir kere ankarada zaten gezip görülecek pek fazla bir yer olmadığı için ve zaten her yer biribirine benzediği için bu kapalı mekan ve bir kaç tane de sokak çekimiyle yaklaşık bir saatlik bir dizi süresi başarıyla doldurulabiliyor.ve seyirciyi pek sıkmadan yapılıyor bu.işin en güzel tarafı da bu.dediğim gibi zaten ankarada dış çekim yapılacak pek fazla mekan da yok.aynı şey bir istanbul dizisinde yapılsa ya da ne bileyim bir ağalı dizide yapılsa seyirciler birkaç istanbul manzarası ya da konaklı monaklı pastoral bir yerler görmek isteyeceklerdi.ama burda öyle bir sorun yok.


bu dizilerin bir diğer güzel yanı ise yaklaşık beş yüz bölümdür hafta içi her gün yayınlanmaları.böyle bir dizi ne istanbulda ne de başka bir yerde çekilemez.çünkü maliyetler buna müsade etmez.işte ankaranın bir diğer güzel yanı da bu.ne çok uzakta ne de çok kalabalık.yeri gelmişken her iki dizinin de senaryo ekiplerini (sanırm aynı ekip yazıyor her iki diziyi de) burdan bir kez daha kutlamak istiyorum.bu kadar konu bulmak pek kolay iş değil çünkü.hulasa ankaranın yeni bir dizi platosu olma yolunda attığı bu küçük adımlar umarım bizim için küçük türk medyası için büyük adımlar olur.belki yeni bir "holivut" doğar kim bilir.

17 Aralık 2011 Cumartesi

bir cv için doldurulan hakkımda bölümü

   insanım.elim ayağım var.kesseniz acırım.beni üzerseniz gelip intikam alırım.venedik taciriyim.manisalı bir tütün işçisiyim.new yorkta işsiz bir şairim.orta çinde küçük bir kasabada haylaz diye bilirler beni.geceleri kestane satarım kıbrıs şehitleri caddesinde.iyi biriyim.kimseye bi kötülüğüm yok.ama hayat beni sevemedi bir türlü.evet yer yer arabeskim.halay görürsem katılırım.piano çalmayı bilmem.içkim ve sigaram yok.param yok.hiç param yok.küçük hayalleri olan biriyim hiçbiri gerçekleşmeyen.hayatı çok ciddiye alan gayri ciddi bir adamım.cam boyarım.kalemleri severim.köpekleri de.bir ergenin ortaokul günlükleri kadar yalnızım.gündüzleri uyurum.yazlarım ve kışlarım kurak geçer.denize dik uzanırım.insalara paralel.yağmur yağdığında sevinirim.kaldırımın evlere en yakın olan yerinden yürürüm.internetten ismimin anlamına bakarım.    

Disko Kralı - Bakkal Nuri

Peaches - Kaysana (Parody)

Mr. Big vs. Mr. Sick

Mr. Sick - Aylık Akbil (Parody)

Bee Gees - Stayin' Alive [Version 1] (Video)

unsurların kuvveti





her şey şöyle başladı...bazı hikayeler böyle başlar.ancak bu onlardan olmayacak.ben öyle yapmıycam.çünkü etrafımda başlayan ya da biten bir şey olduğunu düşünmüyorum.kısa süren hayatlarımız boyunca oradan oraya koşturup duruyoruz.binlerce şeyle etkileşime giriyoruz.onlar da başka binlerce şeyle.neyin nerde başlayıp nerde bittiği belli değil.birbirini sürekli iten binlerce şey arasında binlerce küçük sorunla yuvarlanıp gidiyoruz.ölümümüz bile öyle önemsiz ki bir toz tanesi dünya için neyse bizim hayatımız da aşağı yukarı o.dünyadaki milyarlarca küçük önemsiz  hikayeden sadece biri.aslında neyin önemli neyin önemsiz olduğuna karar veren bir kurum olmadığına göre sadece dünyadaki milyarlarca hikayeden biri demeliyim belki de.aslında o kadar anlamsız geliyor ki anlamsızlık bile anlamsız gibi.
şimdi hikayeme geçelim.belki de çoktan geçtik.olaylar ne zaman başladı açıkçası hatırlamıyorum.belki çocuktum.büyük ihtimalle çocuktum.oralarda bir yerlerde bir gün bir şey olmuş olmalı.ya da bir çok küçük saçma sapan şey.evet büyük ihtimalle böyle oldu.küçük saçma şeyler.
sonra yıllar sonra yine bir şeyler olmuş olmalı.o zaman resim genel hatlarıyla belli oldu.şimdiki "ben"e yakın bir şey.sanırım bir şeylerle uğraşıyordum.belki bir amacım bile vardı.evet hatırlıyorum.bir çok amacım vardı.ve evet bunlar gerçekten çok ciddiye alıyordum.şimdi düşününce komik bile geliyor.ama beni sürüklediği yere bakıyorum da neredeyse tüylerim ürperiyor.küçük zararsız bir oyun gibi başlayıp ölümle sonuçlanan kazalara benziyor hayatım.komik ama iç burkan türden.
sigaramdan derin bir nefes çektikten sonra aprona baktım.taksi yolundan yavaş yavaş çıkan bir uçak gördüm.körüklerdeki uçaklar da görülebiliyordu.bu mesafeden oyuncağa benziyolardı.sanki kocaman görünmeyen bir çocuk pistin ortasına oturmuş ileri geri itip durarak oyuncak gibi oynuyordu uçaklarla.bir nefe daha çektim.sonra yapılacak bir şey olmadığını bir kez daha fark ettim.öğlen saatleriydi.düneş pek yakıcı değildi.ama gözlerimi rahatsız eden çiğ bir aydınlık vardı etrafta.amaçsızca sigara içmeye devam ettim.başıboş düşünceler kafamda at kıoşturuyordu.yapılacak hiçbir şey yokken bu kadar çok şey düşünmek çok garipti.ne işim vardı burda?kendi kendime sordum.geçmişte bir yerlerdeydi sanırım.tama olarak ne zaman ne yapmıştım?doğru zamanda yanlış yerde ya da yanlış zamanda doğru yerde yanlış bir şey miydi yaptığım?korkarım hiçbiri değildi.hepsinden daha kötüsüydü.yanlış zamanda yanlış yerde yanış bir şey yapmıştım.belki bir zaman doğru olabilecek bir şeydi yaptığım.aslında belki yaptığım dördüncü bir boyutu olan bir şeydi.belki tam anlamıyla yapılması gerekeni veya yapılmaması gerekeni yapmayarak iyi bir şey yapmış olabilirdim.ya da belki dördüncü bir boyutu yoktu tüm bunların.ya da belki o kadar ahmaktım ki o boyutta da bir şekilde berbat etmeyi başarmıştım her şeyi.
bir kahve daha mı içsem diye düşündüm.vaktim boldu.şu nerde hata yaptım konusunu milyonlarca saat daha düşünebilirdim.daha önce yaptığım gibi.biraz bekleyebilirdi.bu sırada çağdaşı gördüm.biraz yanına gideyim muhabbet edeyim diye düşündüm.ama yok önce kahve almalıydım.evet şu an bile hata yapıyorum diye düşünüyordum.zaman akıp gidiyordu.başka şeyleri düşünmem gerekirken kahveye takmıştım.kocaman bir düşünce bulutu etrafımı sardı.aslında kafama düştü desem daha doğru olur.derken her zaman yanlış ifade ettiğim bir şeyler olduğunu düşünmeye başladım.zaman işliyordu.ve ben henüz söyleyeceğim sözleri bile bulamamıştım.zaman işliyordu.etrafımdaki her şey benimle birlikte yaşlanıp ölüyorduş.yetişemeyecektim.bu arada hangi kimliğimle konuşmalıydım.zaman işliyordu.ömrümün belki yarısı geçmişti.ben başkaları için kimdim?ya da başkaraları benim için ne ifade ediyordu.hikayesini bir türlü örememiş yeteneksiz bir yazar gibi çırpınıp duruyordum.hikayeyi örmek bir kenara henüz üslubum bile oturmamıştı.çok da genç değildim.o yapıyı bir türlü oturtamıyordum.hayatımı kurgulamıyordum.kendimi ifade edemiyordum.sesim çıkmıyordu.çıktığında da sadece sızlanıyordum.durduk yerde acaba insanlara çok mu değer veriyorum diye düşündüm.onları çok mu fazla örnek alıyorum diye ekledim.
bir şansızlık mıydı benimki.ama o konuya girmemeliydim.girince çıkamıyordum.derken derinden ağır ağır yükselen bir korku hissettim.kendimi durduramıyordum.kendime zarar vermekten korkuyordum.
su kaynatma makinası semaver adı her neyse onun önündeki sıradaydım.şirketin çay ocağı-kafesi gibi bir yerdi burası.orta büyüklükte bir oda hep açık bir televizyon.bu haliyle biraz er gazinolarını andırıyordu.aslında başka pek çok yönden de.
insanların genelinde bir hoyratlık ve vurdumduymaklık.açılıp öylece bırakılmış gazeteler masalarda.gürültü.laf sokmalar.sataşmalar.ahahaha diye ayı gibi gülen adamlar vs kahvemi aldım.dışarı bahçe balkon karışımı yere çıktım.ve belki de günün onbeşinci sigarasını yaktım.uyanalı topu topu beş saat filan olmalıydı.kurstan çocukların yanına gittim.havadan sudan bahseden bir sürü gereksiz adam.böyle mi tanımlamalıydım onları?acaba onlar bana ne diyordu.her şey çok sıkıcıydı.sıkılmak bile sıkıcıydı.zaman adeta çiğnenmiş sakız gibi insanın eline yapışıyordu.bir grup üniversite mezunu işsiz genç.bir hava alanı.bir kurs.yazın bomba komedisi
kendimi güçsüz ve kararsız hissediyordum.en kötüsü ise neye karşı ne zaman nasıl bir tutum takınacağımı hiçbir zaman bilemememdi.

16 Aralık 2011 Cuma

yazılı savunma-1 (kafkaesk denemeler)









suçlu olduğumu inkar etmeyeceğim.ancak yaptığım konusunda en ufak bir fikrimin olmadığını söylemeliyim.bunu defalarca söyledim sorgu odasında.karanlıkta duyduğum kahkahalar aslında bir çeçit cevaptı.ancak ben o sıra bu cevabı anlamayacak kadar beceriksizdim.
her şey bundan bir sene önce başladı.o zamanlar kendi halinde sessiz sakin bir öğrenciydim.pek arkadaşım yoktu.insanlarla pek alışverişim de yoktu.kimseye bir kötülüğümü veyahut bir iyiliğimin dokunduğu söylenemezdi.adeta bir görünmez adamdım.bir yerde başımı ağrıtacak bir şeyler olabileceğini sessizdiğim anda hemen ordan toz olurdum.toz olmak.evet belki beni en iyi anlatan kelime öbeği.
gelelim o güne.o sabah annem her sabah yaptığı gibi gelip saat sekiz gibi uyandırdı beni.yatakran çıkmaya pek niyetli değildim açıkçası.tamam kalkıyorum deyip yine battaniyenin altına giriverdim.şöyler şeyler düşünüyordum:dışarısı iç açıcı bir yer değil.orada yapacak hiçbir şeyim yok.hadi okula geç kalacaksın diye bağırdı annem.bunun üzerine okul geldi aklıma.okul binası gözüme devasa göründü birden.mermer sütunlar göğe doğru yükseldikçe yükseliyor okulun yunan tarzı geniş kapısının arkasından gelen birtakım sesler duyar gibi oluyordum.annem kolumdan ttutup beni nihayet kaldırdığında korkunç bir kabustan uyandığımı düşünüp sevindim.kafamdaki okul düşüncesine ısınmaya çalıştım bir süre.sonra derece sade bir kahvaltı yaptım.ufak bir parça ekmek,biraz peynir bir bardak çay.geç kaldığımdan fazla uzun sürmed kahvaltım.hemen odama gelip giyindim.yatağımın altından votka şişemi alıp ceketimin iç cebine koydum,kitaplarımı kolumun altına alıp çıktım odadan.
ilk iki dersin çoğunu uyuyyarak geçirdim.iki ders arasında tuvalete gidip biraz votka da içtim.bazı dersler öğretmenler ayağa kaldırıyordu beni yarı sarhoş ve son derece saygılı bir biçimde genellikle şöyle cevaplar veriyordum:evet efendim,vatandaşlık görevlerimiz arasında en kutsal olanı vergi vermektir ve bir de askere gitmek var.evet öğretmenim ben de her türk genci gibi bu görevimi yerine getirmek için can atıyorum.okuldan sonra inşallah...evet öğretmenim bu sorunun cevabı 2. mehmet olacak.evet öğretmenim katılıyorum,ülkemizin dört bir yanı düşmanlarla çevrilmiş.milli güvenliğimizi sağlamak için derste de öğrendiğimiz gibi her zaman gözümüzü dört açmalıyız.eskiden bu ülkelerin hepsi bizimdi sonra bize düşman oldular.ellerinden gelseler bizi kutuplara sürerler.
öğretmenlerin çoğunun gözünde sanki pis bir böceğe bakıyormuş gibi bir ifade görürdüm hep.bu her zaman böyleydi.insanlar benden pek hoşlanmazdı.öğretmenler daha çok gevezelik yapmamam için elleriyle sus işareti yapıp oturturlardı beni her söz alışımdan sonra.aslında konuşmamdan çok eğlendikleri belliydi.hatta sadece ayağa kalkmam bile eğlendiriyordu onları.ama yönetmeliğe göre işlenecek çok konu vardı daha.şunu da belirtmeden geçemeyeceğim öğretmenlerimim ve sınıf arkadaşlarımın çoğu için adeta bir neşe kaynağıydım.(belki de bu yüzden çok konuşuyordum ayağa kalkınca.insaları ne kadar güldürürsem onlar tarafından kabul edilme şansımın o kadar artacağını düşünüyordum kafamın derinliklerinde.ama hiç bir zaman tüm çabalarıma rağmen bir davet en azından açık bir davet almadım)
beni bu yazılı savunmaya iten şey kendimi savunmak değil kesinlikle zatene n başından suçlu olduğumu kabul ediyorum.savunmamın amacı sadece bir kaç cevaba ulaşabilmek.bendne böyle bir savunma yazmamı talep etmediğinizi de biliyorum.ama kendimi buna nasıl demeli mecbur hissediyorum.
o gün yaşadıklarımı birer birer anlatmaya devam ediyorum.
son derste bitti nihayet.kitaplarımı kolumun altına alıp bahçeye çıktım.bir sigara yakmış yürüyorken yanıma uzaktan tanıdığım biri geldi.merhaba dedi.merhaba dedim.arkadaşına bir sigara versene.tamam.şey bir tane de arkadaşım için ateşin var mı? dur yakayım.
sigarasını yaktıktan sonra birden kayboldu ortalıktan.o kadar ani oldu ki fark edemedim bile.yüzünü pek hatırlamıyorum.galiba solgun ölü yüzlü bir çocuktu.
evin yolunu tutup yürümeye başladım.bir süre eve doğru yürümeye devame ttim.derken birden eve gitmekten vazgeçtim.yol kenarında park etmiş arabaların yanına girdim.iki arabanın arasında oturup biraz votka içti.sıkılınca kalkıp boş boş dolanmaya başladım.gidecek belli bir yönüm yoktu.bir ara sahile çıktım.gemilere vapurlara el salladım biraz sarhoş olunca.gemiler çok uzaktaydı.ama ben yine de bir kaşılık bekliyordum.karşılık gelmeyince de bir burukluk kapladı içimi.bütün hayatım gemilere el sallamakla geçmiş gibi geldi.yalpalaya yalpalaya uzaklaştım oradan.artık eve gitmeliyim diye düşünüyordum.

karşılaşmalar





ayda yılda bir karşılaştığınız bir arkadaşınız vardır.bu karşılaşmalarınızda size genelde görüşmeyeli neler yaptın diye sorulur.siz de onu görmedğiniz yaşlaşık bir yıllık sürede başınızdan geçenleri özetlersiniz.sadece birkaç küçük ayrıntı birkaç tane de sizin için önemli bir şeyler.sonunda geçip giden koca yılın bunlardan ibaret olduğunu farkedip şaşırırsınız.biraz daha hatırlamaya çalışsanız da kayda değer başka bir şey gelmez akınıza.uzun yıllardır tanıdığım ancak yılda en fazla bir iki kez gördüğüm bir arkadaşımv ar.her karşılaştığımızda ona anlattıklarımı topladığımda üzülerek hayatımın bir kısır döngüden ibaret olduğunu görüyorum.belki birkaç tane de ilgisiz ayrıntıdan.koca bir hayatın bu kadar basite indidrgenebilmesi tuhaf.eminim pek çok kişi de geriye dönüp baktığında aslında çok şey hatırlayamadığını hatırladıklarının önemli bir kısmının da hatrlanmaya bile değmeyecek önemsiz şeyler olduğunu görüyordur.ancak benim için durum biraz daha farklı.ben bunları hatırlarken değil yaşarken de aynı siliklikte yaşıyorum.galiba benim büyük lanetim de bu işte.hayatım sadece bir "karışılaşmalar hissi"nden ibaret gibi.silik önemsiz bir takım olaylar (önemsiz olmaları bazen gerçekten önemsiz olmalarından değil benim onları yaşama şeklimden) dizisi.çoğu zaman benzer şeyler.okul müdürünün önünde dikilmiş nasihat dinlerken,büyüdüğümde bir albayın,insan kaynakları müdürünün ya da şube başkanının önünde oturmuş buna benzer bir şeyler dinlerken deduyduğum his aynı.çoğu zaman büyüyüp bir yetişkin olduğumu sadece vücudumun büyümüş olmasında farkediyorum.nerede olduğumu bulmak için tabelaları arıyorum.hep o karşılaşma hissiyle yaşıyor olaylara ve insanlara ordan bakıyorum.kalın buğulu bir camın arkasında dışarda neler olup bittiğini anlamaya çalışıyorum.hayatıma dönüp baktığımda gördüklerim birbirinden kopuk olaylar ve ayrıntılar.absürd bir anın içinde sıkışmış sürekli onu yaşıyor gibiyim.bir sürü komik insan bir sürü konuşma bazen sadece oturup etrafı izlemek başarısız özensiz bir sahne gösterisinde ya da unutulmuş seksenlerden kalma düşük bütçeli bir video filminde yaşamak.hüzün gibi bir his bırakır bu tip şeyler insanda.bazen beyhude bir çabayla aktörlük yapmaya çalışan oyuncuların durumuna üzlürsünüz.bazen oyuncular yaşlanır yine üzülürsünüz.bazen filmi çeken yönetmene kızarsınız.bazen sinirlenirsizi bazen sinirlenecek birini bile bulamazsınız.her şey size çok anlamsız gelmeye başlar.neden orda olduğunuzu bile bilemezsiniz.amaçsızca etrafta gezerken birilerine zarar verir ya da zarar verdiğinizi düşünür buna üzülürsünüz.sonra o kadar sıkılırsınız ki üzülmek ve ağlamak bile size anlamsız gelmeye başlar.bir şeyleri düzelttiğinizi zannederken  bozduğunuzu fark eder sonunda ne yapsam olmuycak ders bir köşeye çekilirsiniz.her köşeye çekilişinizde bunu daha önce yaptığınızı fark edersiniz.bu da size anlamasız gelmeye başlar.bolca şaşırırsınız.artık beni hiçbir şey şaşırtamaz dediğiniz anda öyle bir şey olur ki küçük sahnenizde apışıp kalırsınız.süprizlerden ve büyük konuşmaktan nefret etmeye başlarsınız.hiç önerme yapmadan öylece oturusunuz.ancak zamanla bir bitkiye dönüştüğünüzü fark etmeye başlarsınız.o zaman "ne yapmalıyım?" sorusuyla tekrar başbaşa kalırsınız.her ne kadar artık çok kurcalamamaya büyük konuşmamaya hayal kurmamaya ve buna benzer şeylere yemin ettiyseniz de kafanızı kabuğunuzdan çıkartıp bir şeyler yapmalı diye düşünürsünüz.ancak bir karara varamazsınız.ne yapılacağı konusunda değil bir şey yapılıp yapılmayacağı konusunda.işte bulunduğum yer burası.
nefes alıp verdiğim her an o silik ve karşmaşık şeylerden ibaret gibi.birbirini itip duran bir sürü küçücük şey.hiçbir yere bağlanmadan geçip giden şeyler.konuşmalar,gülüşler,sesler,bir ayakkabı bağcığı,şeker,gün ışığının ağaçların üstüne vurması,bir duvar,kocaman bir yıl,yapraklar arasında milyonlarca küçük ayrıntı ve gölge kelimelerle anlatılamayacak kadar çok şey.
en çok koyan ise hiçbir şey yapmamanın da aslında bir şey yapmak olduğunu ve aslında bunun hiç iyi bir şey olmadığını bilmek.

13 Aralık 2011 Salı

çoğunluk


ulaştığı genellemeler zaman zaman rahatsız edici olsa da eli yüzü düzgün bir politik film nasıl olmalı sorusuna gayet başarılı biçimde cevap veren bir film çoğunluk.ülkemizde politik sinama deyince akla genelde "çıtkırıldım kız solcu çocuğa aşık olur" temalı aslında aşk filmi olan politik soslu fillmler gelir.ne yazık ki örneklerini hala gördüğümüz işte "ver ordan yeşil parkalı bi çocuk ordan 'kominis' slogan atılsın sonra o oğlanla kız aşık olsun daya arkaya çıpır çıpır kırmızı bayrakları seyirci yine anlamazsa devrim mevrim bi şey koy filmin adını" anlayışının hakim olduğu "politik" türk sinemasında farklı bir soluk. kulvarında gayet başarılı.tek gayesi zaten kıt kanaat geçinen üniversite öğrencisinin cebindeki son üç beş kuruşu da almak olan sözümona politik filmlerimizden çok daha farklı bir film.öncelikle bi mesajı var.solcu gençlerin aşk hikayesi ya da 12 eylül belimi büktü gardaş tadından çok farklı gerçek politik bir filmle karşı karşıyayız.

 

 marksist çevrelerde "devrim önünde bir engel" olarak görüldüğü için pek sevilmeyen adı genelde " oportünist" "konformist" gibi kavramlarla anılan orta sınıf gibi çetrefilli bir konuyu işliyor.sadece mesajdan oluşan basmakalıp bir film olmamak için çok çaba harcıyor klişe söylemlerden uzak durmak için oldukça dikkatli davranmaya çalışıyor ama geldiği çevrenin ilkel reflekslerinden henüz sıyrılamamış bir film çoğunluk.hatta yer yer oldukça klişe önermelerle karşımıza çıkıyor.
filmin en rahatsız edici tarafı ise ailenin "etnik türk" kökenlerine yaptığı vurgu.herhangi bir toplumda ya da etnik grupta aşağı yukarı aynı tepkilere sahip orta sınıfı işlerken neden bu "türk olma" vurgusu bu denli altı çizilerek verildi açıkçası burayı anlamadım.aslında bu yönüyle eleştirdiği ırkçılığın içine düşmüş gibi geldi bana film.
orta sınıf genelde beğenileri inançları ve izlediği siyasetle toplumların genel seyrini belirleyen bu nedenle aslında çoğunluk gibi hareket eden bir sınıftır.sosyolojinin üç aşağı beş yukarı bize söylediği bu.film genel olarak orta sınıfın dışlayıcı tutumunun onu yalnızlaştırdığı hipotezi üzerine kurulu.yalnızlaştıkça tutuculaşan bir orta sınıf sunuluyor bize filmde.aslında gayet güzel başka tespitleri de var filmin.bir kaç kez izlenmesi gerek.bu arada afiş çok başarılı.tek bir fotoğraf karesiyle filmin mesajını şak diye vermiş.ve gerçekten çok güçlü bir imaj.
festival filmi için düşünüldüğünden mesajını altan alta veren ancak bunun ortalama izleyici tarafından nasıl algılandığını pek umursamayan bir yapısı var.yani filmden çıktığında çoğu izleyicinin aklında tabii ki sinema eleştirmeni olmadıkları için sadece mertcanın nasıl milli olduğu ya da türkler hakkında negatif mesajlar kalıyor.tabii ki filmin mesajı türkler babar tutucu ayrımcı ırkçı bir toplumdur değil.ya da filmin hikayesi sadece mertcanın milli olması üzerine kurulu değil.ancak ortalama bir izleyici tarafından böyle algılanma tehlikesi var ciddi biçimde.yapımcıların bu noktayı es geçmeleri en hafif tabirle düşüncesizlik.bu tip festival filmlerini çekerken yapımcıların çektikleri filmlerin sadece sinema eleştirmenlerinin izlemeyeceğini yanlış algılanmaya müsait mesajların bilgisiz zihinleri çok tehlikeli yollara sürükleyebileceğini düşünmeleri gerektiğine inanıyorum.tabii ki bu genel bir eleştiri.çünkü çok sık içine düşülen bir hata.festival filmlerimizde ya da "mesajlı" filmlerimizde ortalama izleyicinin biraz olsun daha hesaba katılması gerektiğini düşünüyorum.

8 Aralık 2011 Perşembe

genç girişimciler










son zamanlarda bütün dünyada en "trendy" kavramlardan biri girişimcilik.eğitim programlarımıza bir ara disiplin olarak bile girdi.kapitalizm projesinin iflas etmediğini ispat etmek için ortaya atılan bir kavram gibi duruyor.maddi kaynakları hızla tükenen yaşlı dünyamızda hala satılabilecek bir şeyler olduğunu hala köşeyi dönebileceğimizi ve kendi küçük amerikan rüyamızı gerçekleştirebileceğimizi savunuyor.burda kilit nokta son zamanlarda sıkça duymaya alışkın olduğumuz bilgi çağı kavramı.
evet dünyanın maddi kaynakları sınırlı ancak insan aklı sınırsız.sınırsız insan isteklerini sınırlı kaynaklarla doyurmaya çalışan klasik ekonomi tanımlamasını değiştiren bir önermeyle ortaya çıkıyor yeni kapitalizm.sınırsız istekleri sınırsız akıl gücüyle doyurabileceğimizi ve ekonominin çarklarını yine eskisi gibi döndürebileceğimizi savunuyor.aslında belli ölçüde başarıya ulaştığını da görüyoruz.bir bilgisayar programı yazıp dünyanın en zenginleri arasına girebiliyorsunuz.bir dolarlık bir mp3 çalara 100 dolar verip satın aldığımız bir dönemde yaşıyoruz.örnekler daha da çoğaltılabilir.artık maddi nesneler yerine daha çok imajları bilgiyi ya da estetik öğeleri satın alıyoruz.bu örneklerde yeni kapitalist ruhun başarısının izlerini görmek mümkün.
bilgi çağında yaşıyoruz diye boşuna söylemiyor kapitalist devler.evet artık bilgi çağındayız.ancak kapitalist zeka için bilgi insanlığın refahı için kullanılacak bir araç olmaktan çok pazarlanabilir bir meta.bu da aslıda başka bir tartışmanın konusu.
burda ortaya çıkan bilgi toplumu kavramı aslında satabileceği daha çok şeyi olan toplum anlamına geliyor kapitalizm için.evet bir insana bir araba satarsınız iki araba satarsınız üç araba satarsınız.sonrası.sonrası yok.ama bir insana sınırsız bilgi satabilirsiniz.burda kullanılan bilgi tabiri maddi olmayan pazarlama nesneleri anlamında tabii ki.bu anlamda tüketim alışkanlıklarımızı hızla değiştiği bir çağda yaşıyoruz.
genç girişimcilik adıyla pompalanan düşünce aslında gençlere daha çok satılabilir şey üretmelerini öğütleyen bir anlayış.insanlığın kaderini değiştirecek bir buluş yapmamızı ya da kansere çare bulmamızı beklemiyor kapitalizm bizden.
gerçekleşmesi pek  mümkün olmayan zenginlik hayallerini bize vizyon olarak sunuyor içinde bu düşünce bize.hiç sermayeniz yoksa aklınızı sermaye olarak kullanın diyor ama reel ekonominin pazarlama işletme gibi araçlarına sahip olup olmamamız onları ilgilendirimiyor.aslında biraz da o işi bize bırakın der gibiler.aslında yaratmayı amaçladığı şey genelde sadece köşe dönmeci anlayış.sistemin sürdürülebilirliği için bu anlayışın topluma sirayet etmesi gerekiyor çünkü.yani kendi kendini besleyen bir kapitalizmden bahsedebiliriz.bazılarına göre hala gerçekleşebilir bir gelecek olduğu yalanıyla bizi kandırıp kapitalizme biat etmemizi bekliyorlar.
aslında kapitalizm son 150 yıldır içine düştüğü bütün krizlere rağmen hala sapasağlam ayakta ise bunu yarattığı bu "sinerji"ye borçlu biraz da.içine düştüğü bu son krizi de başarıyla atlatacağına güvenim tam.

7 Aralık 2011 Çarşamba

çakma italyan


bazı işler vardır ne kadar düşünürsen düşün neye hizmet ettiğni anlaman mümkün değildir.bu dizi de böyle.efendim bir italyan polisiye romanından uyarlama dizimiz zen.ingiliz italyan amerikan ortak yapımı filan.başrollerde dark cityden eleventh hour gizi dizilerden tanıdığımız usta aktör rufus sewell var.üstat ingiliz olmasına rağmen italyan rolüne cuk oturmuş.ama dizi de anlam vermediğim bir olmamışlık hissi var.bir kere dizi italyada ingilizce çekilmiş.ancak daha çok italyan havası vermek için oyuncular italyan aksanıyla ingilizce konuşuyorlar.ancak bazıları italyan değil.yani ingiliz bir aktör italyan aksanıyla ingilizce konuşmaya çalışan bir italyanı oynamaya çalışmaya çalışıyor gibi bi durum ortaya çıkıyor.bir bölümde italyada yaşayan bir rus bi abi vardı.rus aksanıyla konuşulan italyanca konuşuyordu ama ingilizce.dil dışında pek çok doku uyuşmazlığı daha bulmak mümkün dizide.hem amerikan dizisi gibi hem değil biraz italyan gibi ama değil.yani ne o tipik avrupa tarzı polisiyelere benziyor ne de tipik amerikan polisiyelerine.bazen italyanın güncel hadiselerine değinmeye çalışıyor mafya kilise derin devlet filan gibi ama çok dışardan baktığı belli oluyor.dizideki en italyan şey zenin kullandığı alfa romeo.
dizi olaylar biraz ağır ilerlese de bazen sonuç çok önceden kestirilebilse de aslında çok sıkmıyor izleyiciyi.değişik bir tat bırakıyor ağızda.bunun dışında oyuncular iyi.aslında sadece caterina murinonun güzelliği için bile izlenir.

13. kat


dark city ile beraber matrixin habercilerinden bir film 13. kat.sanal gerçeklik teması üzeriden gidiyor.
efendim bir bilgisayar programcısı var.1930lu yılların amerikasının bir simülasyonunu yapıyor.arada kendi de bu simülasyona girip takılıyor filan.ama bu sonuçta yaratılan bir dünya olduğunu için çok da ciddiye almıyor.sonra bir çok entrikalı olay filan oluyor.sonra kahramanımız bir gün çölde giderken dünyanın sonunu keşfediyor.nasıl mı.şöyle.aslında bu keşfettiği şey dünyanın sonu değil.aslında kendisininde bir çeşit simülasyon içinde bir çesit yaratılmış dünya içinde yaşayan bir "şey" olduğunu keşfediyor.yani aslında kendisi de bir bilgisayar programıymış.oyun içinde oyun yani.özetle film gerçeklik kavramını sorgulamaya çalışıyor.başarılı bir film.

seri katil lazım mı abla?


nerden başlasam bilmiyorum.özetle üvey babası tarafından ölüm makinası olarak yetiştirilmiş bir adamın hikayesi dexter.polis olan üvey baba küçükken yaşadığı bir travmadan dolayı şiddete yatkın üvey oğlunu "kötü adamlar"ı öldürmesi için eğitip yetiştirmiş.çocuğu bir seri katil haline getirmiş.dizi bir seri katil hikayesi olarak sunuldu öncelikle.ve hemen burda bir takım itirazlar yükseldi.tenkik terim olarak seri katil 3 veya daha çok cinayet işlemiş kişi olarak tanımlansa da psikoloji dünyası literatüründe genelde öldürmekten cinsel bir zevk alan ve bunun dışında tamamen "hissiz" şahıslar için kullanılan bir tabir.dexter ikinci manada bir seri katil mi yoksa babasının onu öyle yetiştirdiği için katile dönüşmüş zavallı bir çocuk mu bunu pek kestiremiyoruz.sonraki itirazlar ise bir çocuğun kötü de olsa insanları öldürmek için yetiştirilmesinin normal bir şey gibi sunulması hadisesine.sonradan yapımcıların bu eleştirileri dikkate alıp dexterın babasına beni sen bu hale getirdin kabilinden cümleler kurdukduklarını biliyoruz.
bütün bu etik tartışmaları bir kenara bırakırsak dizi oldukça hoş.bir kere fazla sıkmıyor insanı.her sezonda genelde bir konu üzerinden gidiyor.12 bölümlük bir sezonda bu belirli konuyu çözerek izleyiciyi sıkmadan sezonu kapatıyor.çoğu yan karakter biraz basmakalıp olsa da hikayerler sürükleyici.ilginç yan hikayeler felsefi alt metinler filan.sıkmadan izletiyor kendini.

zülfikarın hükmü


türkiyede neden doğru düzgün bir fantastik edebiyat oluşmadı sorusuna verilebilecek en güzel cevaplardan biri bence bu kitap.fantastik edebiyat yapmaya çalışırken içine düştüğümüz en tipik  hataları içinde barındırıyor çünkü.hem korku sinemamızda hem fantastik edebiyatımızda karşılaştığımız genelde ticari bir kaygının ürünü olan "yerelliğin kulağına su kaçırma"  ve dini motifleri bağlamı dışında yalan yanlış yerde ve pervasızca kullanma durumundan bahsediyorum.
türkiyede ne zaman fantastik edebiyat yapıcaz diye yola çıkılsa  işin içine birden evliyalar lokman hekimler dudu kadınlar gulyabaniler giriyor.ve bolca huraflelerle dolu kora karı masallarına dönüşüyor her "fantastik" denememiz.kahve falı atmosferine sahip "korku" filmleri çekiyoruz çokça zaman.bu kitap da aynı hatalı yaklaşımı devam ettiriyor.çünkü nedense yapımcılarımız yönetmenlerimiz yazarlarımızın biz türklerin tamamen özgün bir işi algılayamayacağımızı düşünüyorlar hala.bu yönüyle çok tipik.
efendim kitabın konusuna gelirsek.öncelikle kitap oldukça "kafa bir milyon".her şeyi birbirine katmış karştırmış.aslında konunun öyle bir çırpıda özetlenebileceğini sanmıyorum.genelde türkiyeye özgü binlerce motifi öyle sınırsızca kullanmış.
olmamış bir deneme de olsa yine de alıp okunması gereken bir kitap.en azından "fantastik edebiyat nasıl olmamalı" gözüyle hatalarımızdan ders çıkartmak için.

kaplanlar takımı





20. yüzyılın başları.paris.fransız cumhuriyeti ile rus çarlığı arasında ilerde birinci dünya savaşının fitilini ateşleyecek bir karşıklı yardım antlaşması imzalanmak üzere.çeşitli milletlerden sol gruplar bu antlaşmanın imzalanmasını önlemek için bir banka soygunu tezgahlıyorlar.çünkü fransız yetkililer bu antlaşma karşılığında rus idarecilere fransız bankalarını hortumlayıp rüşvet vermişler.amaç bu dümenin ortaya çıkması.ve antlaşmanın imzalanmasının engellenmesi.banka soyuluyor ama pralara dokunulmuyor.bu hortumlamanın varlığına delalet eden deliller ortalıkta bırakılıyor.gazeteciler ve polis bulsun olay araştırılsın diye.sonra devreye kaplanlar takımı olarak bilinen o dönem için modern teknikler kullanan (kelepçe otomobil vs) fransız polisinin elit bir birimi giriyor.bu arada hepsi birbirinden egzantrik tipler.olay açığa çıkıyor.ancak milli menfaatler için örtbas ediliyor.
hareketli güzel bir macera.sanki fransız sinemasının vurdulu kırdılı amerikan dönem filmlerine bir cevabı gibi olmuş .son dönem fransız sinemasının parlayan yıldızları olan bazı aktörler de var kadroda.ancak filmden çok fazla bir şey beklememk lazım.konuyla ilgili pek çok şey oldukça yüzeysel geçilmekle beraber erken 20. yüzyılın görselliği ve naifliği güzel işlenmiş.aksiyon dozunda.ama tarihe geçecek aman aman bir film de değil.

6 Aralık 2011 Salı

anarşinin kısa yazı








1930lar.avrupada faşizm yükseliyor.ikinci dünya savaşı kapıda.bu sırada ispanyada savaş var.hepsi birbirine düşman onlarca fraksiyona bölünmüş ispanya.ortalık karmakarışık kimin kiminle savaştığı belli değil.ortalık ana baba günü.francocular alfonsocular carlistler merkez ve sol cumhuriyetçiler troçkistler stalinistler anarşistler falanjistler tutucu katolik sağı katalan bask ve galiçyalı ayrılıkçılar...onlar yetmezmiş gibi dışardan gelen faslı paralı askerler yabancı gönüllüler (mavi gömlekliler siyah gömlekliler ululararası tugaylar) italyan orduları alman hava kuvvetleri sovyet rusya casusları müdahil olmuşlar olaylara.ortalık sirk gibi.entrikanın dalganın dümenin bini bin para.bu çalkantılı ortamda buenaventura durruti liderliğindeki anarşistler ülkenin bir bölümünü ele geçirip burayı kendi yöntemleriyle idare etmeye başlıyorlar.ancak bu sadece üç ay sürüyor.kitap bu kısa süren anarşizm denemesini anlatıyor savaş arka planında.
anarşist denince akla genelde  siyah tişört filan giyen arayış içinde üniversitenin ilk yılında şekil yapmaya çalışan özenti genç çocuklar gelir.anarşizm ülkemizde toplumsal bir temel bulmadığı ve genelde ergen isyankarlığıyla sınırlı kaldığı için bu gayet normal.bununla birlikte dünyanın bazı yerlerinde ciddi siyasi bir hareket.özellikle latin dünyasında.latin ülkerinde taban bulmuş kendine.çünkü bu ülkelerin tarihsel gelişimi diğer avrupa ülkelerinden biraz farklı olmuş.genelde yirminci yüzyılın ortalarına kadar tarım toplumu olarak kalmışlar.sonra mesela marksizm nispeten geç girmiş latin dünyasına.bu nedenle kendine özgü bir sol oluşmuş bu ülkelerde.anarkosendikalizm ve anarşizm marksizmin rolünü üstlenmiş buralarda genelde.anarşist işçi sendikaları ortaya çıkmış.bunun yanında sol cumhuriyetçilik ortaya çıkmış.tamamen farklı bir siyasi düşünce yapısı ve atmosfer oluşmuş latin dünyasında.bizim için alışılmamış olan siyasi akımlar oralarda gündelik siyasetin normal aktörlerinden olmuşlar.
bu nedenle kitapta anarşist sözcüğüyle karşılaştığımızda üzerinde siyah tişört alsancak kilise sokağında şarap içen ergenler değil ispanyaya özgü yaygın siyasi ve toplumsal bir hareketi aktörleri gelmeli akla.kitapta bahsi geçen anarşizm soyut felsefi bir kavram olmaktan çok ispanya siyasetine özgü bir hareket olarak algılanmalı.kitabı bu gözle okuduğumuzda her şey daha net şekilleniyor.

macera dolu amerika



amerikan suç dünyasının doğuşunu amerika birleşik devletlerinin yükselişiyle paralel olarak izlediğimiz bir dönem dizisi boardwalk empire.yirmili yılların atlantic citysinde geçiyor.durmadan gelişen ve büyüyen bir ülke var.bunun yanında içki yasağı yılları.içki yasağı nedeniyle organize suç tavan yapmış.kaçakçılık vs gırla gidiyor.toplumsal yozlaşma var.etraf rüşvetçi politikacılar suça bulaşmış polisler yargıçlarla kaynıyor.beri yandan irlanda yahudi ve italyan mafyaları etrafta cirit atıyor.
bir yandan dönemin amerikasının ruhunu hissediyoruz.siyahların uğradığı ayrımcılığı görüyoruz.bütün dünyada olduğu gibi amerikada da ırkçılık yükseliyor.kkk ortalıkta kafasına göre takılıyor filan.bir yandan dünya da değişiyor.dönemin pek çok dünya gelişmesinden de dolaylı olarak haberdar oluyoruz.birinci dünya savaşı yeni bitmiş irlanda bağımsızlık savaşı devam ediyor.
aslında konu çok güzel ve ilerlemeye müsait.sadece tarih meraklıları için değil vurdulu kırdılı şeyler izlemek isteyenler ya da polisiye meraklıları için de ilgi çekici bir dizi.ancak nedense ilerlemiyor.özellikle ikinci sezon birkaç karakter arasındaki olaylara sıkışıp kaldı.oysa işlenecek o kadar çok şey var ki.

anlat babacım



isminin de aslında ele verdiği gibi bir kaç sezon olarak düşünülmüş bir dizi how i met your mother.ancak genç kesim arasında oldukça "trendy" olunca diziyi devam ettirdi yapımcılar.aslında format çok tanıdık bir format.coupling ile başlaya onun amerikan versiyonuyla devam eden friends halini alan ordan spin offlara ayrılan biraz da kabak tadı vermiş bir konsept.işte genç yetişkinlerin(geç yirmiler erken otuzlar falan) neşeli şen şakrak bolca alkol ve cinsellik dolu hayatları.konunun bu kadar bayatladığı bir dönemde ortaya çıkmasına karşın sıra dışı senaryosu ve sıcak oyunculukla işi kıvırıp kendini seyretttirmeyi yine de başardı dizi.ancak son zamanlar oldukça sıkıcı bir hale gelmeye başladığını da inkar edemeyiz.konu sanki bir yere geldi tıkandı.adamlar kırk yaşına yürüyor.yani artık o genç yetişkin havası kalmadı dizinin.her izlediğimde tedin ne kadar yaşlandığını düşünüyorum.patrick harris keza aynı.bir de her bölümde kids... diye başlıyor ya.iyice uyuz ediyor insanı.ya allah bu çocuklara nasıl bir sabır vermiş onu da anlamak mümkün değil babaları beş yıldır anneleriyle nasıl tanıştığını anlatıyor.daha konuya bile gelemedi.pes yani.neyse yine de zevkle izliyoruz.

5 Aralık 2011 Pazartesi

person of interest


iyiliktten maraz doğar üstüne vazife olmayan işe burnunu sokma gibi güzel deyim ve atasözlerimizi sık sık hatırlatan bir konuya sahip dizi.
efendim dizimizin konusu özetle şöyle.bir adam var.çok zeki.amerikan hükümeti için bir yazılım geliştiriyor.bu yazılım ülke genelindeki güvenlik kameraları görüntülerini  telefon dinlemelerini vs filan alıp bunlardan sonuç çıkartıyor.işte şu gün şurda terörist saldırı olabilir.şu adam bu kadını vuraiblir gibi.hükümet işin sadece terörizmle olan boyutuyla ilgileniyor.adi cinayet vakalarını bir kenara atıyor.sonra efendim bu bilgisayar programını tasarlayan abimiz (losttaki ben linus) üzülüyor duruma.ya bu kadar insan göz göre ölecek hükümet ilgilenmiyo siyasi bi çıkarı olmadığı için bari ben bi ekip kurayım da bu insanların öldürülmesini önleyim diyor.sonra burda devreye emekli eski ajan/asker gibi bişey olan jim caviezel giriyor.bu ikisi cinayetleri önlemek için ele ele veriyorlar.böyle batman ile robin gibi takılıyorlar.
öncelikle dizinin yaratıcı kadrosuna ve oyunculara filan baktığımda açıkçası çok daha farklı bir dizi beklemiştim.özellikle o kısa tanıtımlarından gördüğümüz kadarıyla dizinin farklı bir görselliği havalı bir yanı vardı.ama hepsi boş çıktı.bu kadar abartılı görselliğin altından çok sıradan vasat bir hırsız polis kovalamacası çıktı.beri yandan makinanın sadece vatandaşlık numrasıyla çalışması gibi bir çok abuk yönü hiç saymıyorum.
dizi bu sıkıcı konusunu biraz dağıtmak için elias diye bi karakter üzerinden gidiyor bir kaç bölümdür.sanırım ilerde dizinin baş kötü adamı olacak.kadrolu.bir çeşit dizi mitoloji yaratma çabası olduğunu farketmemek mümkün değil.ama çok ucuz bir senaryo var ortada.dizinin tek iyi yanı oyuncular.bu arada jim caviezelin dayak yediği sahnelerde hep isanın çilesi filmini hatırlıyorum ve diziden kopuyorum.bunun yanında  michael emerson hep ben linus gibi geliyor bana.

kafka's eleven

 

soderberghin kafkası filmin baş kahramanının kafka olduğu sıradan bir kara filmden öteye gidemiyor ne yazık ki.benim gibi kafka hayranlarının bekledği tarzda kafkaesk bir film değil bu.ancak yine de ilginç kimi kafkaesk yönleri var.eğer damardan kafkaesk bir film izlemek istiyorsanız terry gilliam ustanın brazilini öneririm.


 













 

jeff golblum gibi mükemmel bir aday varken insan kafkayı oynaması için neden jeremy ironsı seçer anlam vermek güç.tamam üstat iyi bi oyuncu elinden geldiğince oynamış.biraz kuru cansız kaçmakla birlikte elinden geleni yapıyor. ama kesinlikle doğru aday değil.rensiz.kafka tadını alamıyoruz.
 soderbergh.sürekli yenilik ve arayış içinde olan bu yanıyla biraz kubricke benzettiğim "holivut"un dahi çocuklarından biri.kafka soderberghin ikinci filmi.89 da bağımsız film "sex,lies and videotape" ile hızlı bir çıkış yaptıktan sonra çektiği bu filmde yine değişik bir sinema dili arayışı içinde üstat.ancak olmamış.eli yüzü düzgün bir kara film çekmiş o kadar.aslında giderek daha "piyasa" olan işlerine baktığımızda bu alanda kendini artık kanıtladığını ve bir süre böyle deneysel arayışlardan uzak durması gerektiğini düşünüyorum.bir ara da cheye sarmıştı.ocean serilerine devam etse keşke.biri bu adama her türden film çekmenin çok önemli olmadığını söylese keşke.güzel maceraya filmi çekiyosun.koy brad pitti izleyeim işte kasma hiç.


 

4 Aralık 2011 Pazar

garip bir adamın acımasız iş dünyasıyla karşılaşması





yine ege palas.yine bir ilaç şirketi.bu seferki randevum sat 9.30daydı.açıkçası pek bir şey çıkacağını düşünmediğim için geç gittim randevuya.uykumdan feragat etmek istemedim beri yandan da yine de bir gidip göreyim dedim.freudyen bir yaklaşma-yaklaşma çatışması içinde çareyi geç gitmekte buldum.neyse her zamanki gibi ege palasın basamaklarındaydım.içeri girdim.panoda şirketin adını aradım.bilmediğim bir kattaydı mülakat yeri.ordaki küçük patiseri benzeri yerdeki garsonlara sorup öğrendim.asansörü bekledim.yine benimle aynı yere gittiğini düşündüğüm gudik tipli bir çocukla asansöre bindik.indik.etrafta kimseyi bulamadık.sonra bir odaya girdik.sadece mülakat jürisi vardı içerde.uzun bir gün olmuş olmalıydı önlerinde tonlarca sayfa kağıda gömülmüşler onları düzenlemeye çalışıyorlardı.böyle böyle dedik.biraz bekleticez dediler.sonra içlerinden biri yanımdaki elemanın adını sordu.saat kaç randevusuydu dedi.içimden eyvah dedim herkese bi saat vermişler demek.benimki saat 9.30daydı.saat 12 ye geliyordu.adam siz?diye sordu.mülakat için gelmiştm dedim.saat kaç.11.tamam biraz bekleticem dedi.sonra beni de içeri aldılar.ismimi sordu içlerinden biri bir yandan da içerde herkesin elinde bir kağıt ordan oraya koşturuyorlardı aceleyle.gestapo baskınından önce evrakları ortadan kaldırmaya  çalışan adamlar gibiydiler.adımı söyledim.içlerinden delişmen tavırları nedeniyle şefleri olduğunu anladığım abi sen otur bulalım dosyanı dedi.genç bi kız hemen bi sandalye getirdi oturdum.bir süre aradı ama bulamadı adam.sonra en yisi vakit kaybetmeyelim sen gel ben senle içerdeki odada ayrı görüşeyim dedi.diğer adayı ve elemanları bırakıp şefle yandaki teras katındaki lokantaya gittik.etrafta kimse yoktu.masalar bomboş ve servise hazırlanmış bir şekildeydi.birine oturduk.randevunuz kaçtaydı dedi.11 dedim.tamam sorun değil dedi.sonra bir kağıt çıkardı.ama beni cv değildi.sanırım cvmi bulamadınız dedim.sorun değil dedi.tama o zaman ben zaten kanlı canlı burdayım anlatayım size dedim.tamam dedi sakin bir şekilde ben de özetle kısa özgeçmişimi anlattım adama.o da elindeki başka bir şey evrağı olan evrağın boş yerlerine benimle ilgili bilgileri yazmaya başladı.bu bölüm bittikten sonr biraz doğruldu kalemi bıraktı.bana baktı.soru cevap bölümüne geldiğimizi anladım.kaç kardeşsiniz nerelisiniz eviniz sizin mi gibi sorular sordu.çoğu mülakatlard sorularan sorulardı aşağı yukarı.pek takılmadım.sonra neden ilaç sektörü kilit sorusuna sıra geldi.ne dememi bekliyordu açıkçası bilmiyordum.beyaz yakalı bir işsizim paraya hitiyacaım var diye direkt doğruyu söyle ciğerimi ye tanıdında mı girseydim olaya.yoksa geri teper miydi.yoksa süslü laflarla süsleyip abartsa mıydım.o da çok mu sahte kaçardı.en iyisi orta yol bi cevap verdim.bu sektörde çalışan arkdaşlarım olduğunu bana işi tavsie ettiklerini söyledim.işin ne olduğunu biliyo musun dedi.heralde biliyorum tıbbi mübessillik işte diyesim geldi demedim.evet biliyorum dedim.açıklar mısın dedi.kılık kıyafetin dış görüşnüşün insanlarla iletişimin öenmli olduğu pazarlama sektörünün bir alt dalı dedim.doktor ziyaretleri.ve buna benzer işler dedim.tabi işin içinde değilim henüz ancak bu kadarını biliyorum diye samimi bir şekilde de ekledim.yapan arkadaşlarımın da anlattığı bunlar dedim.sonra derin bir nefes aldı bakın serhat bey dedi.bizim sektör öyle bir sektör ki (o an deniz sekinin bi şarkısı geldi aklıma zamansız) öyle ben işsizi kaldım bir kaç sene iş bulana kadar memur olana kadar yapayım diye bir iş değil dedi.bu sektörü bırakıp başka sektöre geçenler sonra bu sektörü çok arayıp geri dönüyolar dedi.bıyıklı esmer kavruk bi adamdı.kısa boyluydu.ilkokul öğretmenime benziyordu.kapitlist dünyada öenmli bir poziyonda olduğu dışarda görsem kırk yıl aklıma gelmezdi.anlatmaya devam etti.sonra konuşmasının kilit noktasına geldik.ilerde gelecekten beklentin ne dedi.ne gibi dedim.mesela evlilik.o hiç bell olacak planlanacak bir şey değil dedim.ççünkü aşık olmadan evlenmeyi düşünmüorum dedi.aslında annem her gün bi kısmet buluyo.ama evlenemem için önce aşık olmam lazım dedim.taam diyelim ki evlendin aşık oldun evlendin.ne bekliyorsun sonra dedi.işte çocuklar mutlu bir yuva dedim.ee başka dedi.düşündüm.hemen bir cevap vermem gerkirdi.huzur dedim iyi geçinmek.tamam dedi diyelim ki işin var bin lira maaşın var diyelim baban gibi memur oldun.evlendin.çocukların oldu.peki sonra.adamı verdiğim cevaplarala oyalarken niyetini anlamaya çalşıyordum çok geçmeden de anladım.hırslı mıyım ilerde meslekte yükselmek istiyor muyum daha doğrusu ne kadar yükseği hedefliyorum bunu öğrenmek istiyordu.sonra mı kariyerimde yükselmek isterim tabii ki dedim.bu kadar mı dedi.yani sabancı holdinge ceo olmak gibi bir hedefim yok ama orta düzey bir yöneticilik fena olmaz dedim bir kaç sene sonra.adam bozuldu.açıkçası bu kadar hırslı olmak biraz fazla değil mi diye düşündüm.aslında makam mevki peşinde koşan bir insan olmadığımı zaten bu tip şeylerin benim için aslında oldukça komik olduğunu söylemek istedim ama söylemedim.öncelikle insanın kendini geliştirmesi ve bunun gibi şeylere önem verdiği söylücektim adamın konuşmasından fırsat kalmadı.iş dünyasının doğuk demir gibi yüzünü hissediyordum.hırs.para.para.yine para.kendi hayat hikayesini anlatmaya başladı.işte klasik fakirlikten geldik bu mevkilere hikayesi tabiki saygı duydum ama fakirlikten gelme paraya mevkiye tapmayı gerktirmez diye düşündüm sonuçta ben de ingiliz kraliyet ailesinden gelmiyordum ve çok farklı yerden bakıyordum olaya bunu söyleyemedim.sonra iş konusuna döndük.bugün 2000 kişiyle görüşme yaptım dedi.içlerinden çok donanımlı arkadaşlar var.onları değil de neden seni seçmeliyim bana 3 özelliğini say dedi.espriliyim.kolay kolay demoralize olmam.genel kültürüme güvenirim hemen hemen herşey hakkında az ya da çok birşeyler bilirim dedim.hımm dedi.cevabımı fena bulmadığını anladım.bu arada giderek daha samimi bir atmosfere gidiyorduk.ben kollarımı masanın üstüne koydum biraz masaya dayanarak konuşmaya başladım filan.sonra kötü bir özelliğini paylaş dedi.ilk bakışta karşıdan soğuk görünürüm bu özelliğimin farkındayım bunu yenmek için çalışıcam dedim.başıyla beni onayladı.adamın kalbini kazanmış gibiydim sanırım bu iş olacaktı.bir evrak çıkardı ve işin ayrıntılarını anlatmaya başladı.tamam dedim ikinci aşamaya geçtim.2 binlira brüt maaş dedi.reno bilmemne diye bi araba yeni çıkmış.işte şirket hattı vs.sonra iki kere brüt ücret ne demek biliyo musun diye sordu.ilkinde biliyorum dedim.ikincisinde açıkladım.içinden devlet kesintilernini yapıldığı ücret.kafasıyla onayladı.şarları saydıktan sonra tamam dedim şartlar oldukça iyi.önümüzdeki ayın şu günüde antalya filanca yerde filanca otelde 3 haftalık bir kursumuz var dedi.o an yıkıldım.anlatmaya devam etti.türkiye genelinden 180 izmirden 12 kişi çağırıcaz.90 kişi elenecek.yani izmireden katılan 6 kişi kurs onunda elenecek dedi.ne tip testler yapıyosunuz dedim.pskometik testler mi diye sordum.hayır dedi.orda anlatılan konuları soruyoruz.her hafta o hafta anlatılan konularla ilgili testimiz oluyor.sonra hal ve hareketlerine bakyoruz.çok ağırbaşlıysa olmaz bu arkadaş yapamaz diyoruz.çok nasıl diyim ahlaksız hareketleri olnlar varsa onları da eliyoruz dedi.güzelce özetledi durumu.peki antalyada olcak dediniz yol parası? dedim.biraz bozuldu ne yol parası dedi.otobüs ayalıyacak mısınız yoksa yol parası mı vericeksiniz dedim.tek tek herkese nasıl ylol parası vereyim dedi.otobüs de kaldırdık geçen yıllar koca otobüs üç küşüyle kalktı.o yüzden vazgeçtik dedi.hayallerim ikinci kez yıkıldı.deli gibi züğürt olduğum bir dönemdeydim.antalyaya bir kursa çağırılıyordum.dönüş parasını alabileceğim bile kesin değildi.sonra bişeyler daha konuştuk.bi ara arabanız var mı dedi.evet ehliyetim var.arabamız da var dedim. ailemin.ne marka dedi.arabamın markası şirkete ne katacaktı pek anlamamakla beraber şahin dedim.daha sonra şartlara geri döndü maaş filan.tamam dedim ben varım şansımı denemek istiyorum dedim.aslında aynı anda verdiğim tepkinin çok salakça olduğunu anladım.bu hırs tutkunu adam benden kesinlikle varım gibi daha tutkulu bir cevap bekliyordu herhalde.sonra hemen yüzü asıldı zaten.sohbet sonlarına yaklaşıyordu.fazlaca bir konuya girmedi.görüşme bitti.iyi çalışmalar diledim.sonra soğukça vedalaştık.sanırım son anda beni almaktan vazgeçmişti.asansör beklerken yanımdan geçti.bana hiç bakmadı.sonra eve geldim.zaten çağırılsam da gidemeeceğim bir kursa son anda çağırılmaktan vaz mı geçildim diye düşündüm.

tiffany'de kahvaltı



breakfast at tiffany's.60larda çekilmiş bir filmden çok günümüzde çekilmiş 50li veya 60lı yıllarda geçen bir dönem filmine benziyor.adeta günümüzde çekilmiş gibi.kesinlikle çağının çok ilersinde.dili anlatımı herşeyi çok başka bir film.ve klasik "holivut" senaryolarından çok farklı bir senaryoya sahip.bir çok yanıyla çok "çağdaş" bir filmle karşı karşıyayız.yani oyuncuları tanımasanız (burdan a takımına selam çakıyorum) günümüzde çekilmiş olduğunu sanmanız mümkün.kesinlikle izlenmesi gereken bir film.özellikle yağmurlu bir pazar sabahı canınız sıkılıyorsa.1961 yılına ait bu farklı film sanırım pek çok yönden geleceğin kalıpları yıkan sinama dilinin bir habercisi olmuş.ve giderek daha "çılgın" bir hal alan günümüz postmodern dünyasının erken ayak seslerinden biri.

3 Aralık 2011 Cumartesi

huzur



her görüşten eleştirmenin beğendiği ender yazarlardan biridir ahmet hamdi tanpınar.genelde eski istanbula ve  osmanlıya duyduğu özlem islamcı kesim tarafından yanlış anlaşıldığı için onlar tarafından çok sevilir.(aslında cumhuriyet dönemiyle bir kaç konu hariç çok alıp veremediği yoktur) sonra gerçekten önemli bir sanatçı olduğunu için haklı olarak pek çok farklı dünya görüşünden edebiyatçı sever tanpınarı.özetle tanpınarı herkes sever.ancak tanpınarın ne anlatmak istediğinin kim olduğunun aslında pek anlaşılmadını düşünüyorum.çoğu zaman nedensiz bir sahiplenme duygusuyla her kesim tarafından abartılı birçimde ele alındı kanımca tanpınar.toplumla ve tarihle ilgili görüşlerinin çoğu zaman fazla abartıldığını düşünüyorum.bu yüzden pek çok insan tarafından zannedildiği biçmiyle elinde sihirli bir değnekle bütün cumhuriyet dönemi sorunlarına çözüm getirecek biri olduğunu düşünümüyorum.elbette bazıları için olduğu gibi sadece nostalji içinde yaşayan bir adam ya da sadece iyi bir romancı da değildir.önemli fikirleri söyleyecek lafları olan önemli bir aydındır ve bunun yanında iyi bir sanatçı ve romancıdır.ancak hala zaman zaman depreşen tanpınarı göğe yükseltme ekolünün yanlış bir mantık üzerine kurulu olduğunu düşünüyorum.mimar sinan edebiyattan yolu geçenler bölümün tanpınara ne kadar takıntılı olduğunu hatta bölümün neredeyse onun üzerine kurulduğunu bilir.bu ekolün en tipik örneklerinden biridir bu.hala satır aralarında kalmış yönleri var tanpınarın.çünkü tanpınar anlaşılmadan göklere çıkartılmış bir yazarımız.o kadar çok övüldü ki pek çok başka iyi yönü gölgede kaldı.ve elbette pek çok kötü yönüde.
huzur...isminin çağrıştırdığı anlama taban tabana zıt biçimde bir huzursuzluk romanıdır bu.pek çok eleştirmen için tutunamayanlarla birlikte en iyi türk romanı kabul edilir.buraya kadar kimsenin buna önemli bi itirazı yok elbet.tanpınar ruh halinin göz ardı edilen en "tipik" örneklerinin bu romanda gizli olduğunu düşünüyorum.burda üstada saygısızlık yapmadan onunla ilgili bir kaç eleştirimi paylaşmak istiyorum.ilk aklıma gelen şu kiracı karakteri.tanpınar adamı öyle bir tasvir eder ki okurken adamdan tiksinirsiniz.aslında sonradan aslında adamın hiç o kdar kötü bir karakter olmadığını düşündüm.geçim derdinde sıradan küçük bir esnaftır bu adamcağız aslında.romanın baş kahramanı gibi hanları hamanlar miras alan kirayla yaşayan bir mirasyedi değil çalışarak geçimini sağlamaya çalışan küçük bir adamdır.ama onun her hareketi iğrenç bir şey gibi gözükür tanpınara.hayatını sürdürebilemek için bir şeyler satması gereken bu küçük adam ona göre mal mülk peşinde koşan bir vurguncudur.çünkü romanın burjuva kahramanı dünya nimetlerini reddedebilirken o edemez.romanın kahramanı için para elbette değersizdir çünkü onun için çaba göstermemiştir.ancak bu adam yaşamak için ona ihtiyaç duymaktadır.bunu gözden kaçırır tanpınar.adam ilerde savaş çıkacağı için ilerde kıymete binecek mallardan satın almaya çalışmaktadır bir sahnede.bunu gören romanın kahramanı şu vurguncuya bak diye düşünür.roman kahramanımız kirayı almak için ziyaretine gider adamın başka bir sahnede.adam roman kahramanımızı rahat ettirmek için elinden geleni yapar.kahramanımız bu çabaları çok sahte bulur adamı küçümser.sanki samimi olması gerekiryormuş gibi.sanki aralarındaki ilişki bir mal mülk ilişkisinden başka bir şeymiş gibi.kaldı ki kendinin mal sahibi olduğunu isterse bu geçim derdindeki adamı kapı önüne koyabileceğini adamın bu yüzden sahte de olsa güleryüzlü biçimde onu rahat ettirmeye çalıştığını aklının ucundan geçirmez.herşeyi kendi penceresinden görmektedir tanpınar.ilkel idealleştirmenin doruklarında gezmektedir yer yer.olaylara bu kadar sığ bakması açıkçası ona yakışmaz.
sonra ilerleyen kısımlarda ispanya iç savaşından bahseder tanpınar.cumhuriyetçi yanlısı arkadaşını eleştirtir kahramanımıza savaş meraklısı diye.ona göre ispanyada faşizme karşı savaşanlarla faşistler arasında bir fark yoktur.iki taraf da silahlıdır.militandır.rap rap asker adımlarıyla yürümektedir.avrupada komünizme karşı yükselen faşizmle komünizm arasında bir fark yoktur ona göre.felsefe toplum ve güncel siyaset konusunda bu kadar düz mantık içindedir ne yazık ki tanpınar.bu nokta aslında onun ne kadar içine dönük dünyaya kapalı bir yazar olduğunu gösteren önemli bir ayrıntıdır.
o  kendi dünyasında yaşayan bir istanbulludur.vizyonu pek çok çağdaşına göre daha geniş olmasına rağmen bir yere kadardır tanpınarın.küçük burjuva naifliği onu sevimli yapar.ancak (belki de bu yüzden) aslında erken cumhuriyet aydının pek çok hatasına o da düşmüştür.pek çok açıdan onlardan faklı değildir.pek çok konuda sabit fikirlidir empati kuramaz zaman zaman pek bilmediği konularda yorum yapmaktan kaçınmaz vs
bence onu adeta herşeyi bilen herşeyin çözümünün saklı olduğunu bir adam olarak gören pek çok aydınımız malesef millet olarak muzdarip olduğumuz bir şeyi abartınca tam abartma huyundan muzdarip durumda.

iş arama sürecinde takım elbise



çok amerikan filmi izlemiş bir bünye olarak o filmlerdeki o büyük zirve anlarına hep özendim.hani bir olay olur aniden fırlarsın ve bir şey söylesin kız tam seni terk edecekken vazgeçer sana geri döner.ya da bir iş alcaksındır patronun karşısına çıkarsın bu proje çok kötü beni işe almayın dersin dürüstlüğüne hayran kaldım evlat der ve seni işe alır.ya da bazen zeka gösterisi yaparsın.öyle bir laf söylersin ki herkes sana hayran kalır seni okuldan atmak isteyen profesör pişman olur.herkese dersini verirsin.eski kız arkadaşın düşmanınla evlenmek üzereyken son anda yetişir çok dokunaklı bir konuşma yapar ve ona aşkını haykırırsın.kız vazgeçer sonra senle evlenir.o sırada düşmanın sinirlenip küfür ederken bütün suçlarını itiraf eder hemen ordaki polisler onu yakalar.iyiler kazanır.bunlar bu tip filmlerde çok sık gördüğümüz çok tipik klişeler.ve malesef hiçbirinin gerçek hayatta bir karşılığı yok.evet denedim.gerçekten yok.sadece dramatik akış için gerekli olan hareketler.konuyu iş dünyasına bağlıycam.iş dünyası genelde sizi bir iş görüşmesi için çağırıyorsa karşılarında onlara zeka gösterisi yapacak çok özlü bir laf edecek veya çok samimi konuşacak insanları harekete geçirtecek birini görmek  istedikleri için çağırmıyorlar emin olun.zaten çok önemli bir poziyon için eleman alıyor olsalar emin olun siz onları bulmazsınız onlar sizi bulurdu.başlangıç poziyonu için iş görüşmeine çağırılan bir beyaz yakalıdan fazla bir beklentileri yok.iş dünyası sadece işleri tıkır tıkır yapcak verilen emirleri uygulayacak insanlar arıyor.hatta bu nedenle çok fazla zeka gösterisi yapmak ya da fazla individual takılmak onlara kesinlikle itici gelen yanlar.sadece takım elbiseli "çalışanlar" görmek istiyorlar karşılarında.işe yeni başlayacak bir beyaz yakalıdan bundan fazla bir şey beklenmiyor aslında.işleri tıkır tıkır yapıcak uyumlu adamlar.birey aramıyorlar.bu nedenle sizin mesela bir şiir kitabınız olması onlar için taktığınız kravatın rengi veya bağlanma biçinden daha önemli değil.rahatça şunu söyleyebilirim ki işi kapma yolunda genel olarak iyi bir takım işin yüzde ellisi demek.daha sonrası sizin ikna kabiliyetinize kalmış.

kuş konduranını arıyoruz (al fotokopini çektir git)


fotokopi makinası satmak için ne tip bir uzmanlık gerekir.fotokopi makinası satanlar laflarımı yanlış anlamasın.fotokopi maskinası satmak önemsiz bir iştir demiyorum.tabiki her meslek kadar zorluğu vardır.insanlarla uğraşmak kolay değil.dil dökeceksin.ikna edeceksin.saatler boyu mesai yapacaksın kolay değil.ancak bir şirketin fotokopi makinası satış elemanı alırken göz önünde bulundurduğu kriterler nasaya giriş için aranan kritlerle üç aşağı beş yukarı aynı oluyorsa orda bir sorun aramak lazım diye düşünüyorum.geçenlerde böyle bir yere iş görüşmesine gittim.bu sefer hatalrından ders almış biri olarak keten pantolon ceket filan biraz daha resmi giyinmiştim.saat dokuzda randevum vardı.dokuza on kala filan ordaydım.illa saat 9 olana kadar beni giriş bölümde sekreter kızın masanın önündeki sandalyede beklettiler.içrde benimle görüşecek olan müdürün işi olmadığını gördüm.yani aslında büyük şirket havası yaratmak için illaki o saate kadar bekletmek gereği duydular beni.yani bizde herşey resmi saatle filan.neyse saat 9 u biraz geçe adamın yanına aldılar beni.gereksiz büyük bir ofis.cam bir masa.küçük bir gemi büyüklüğünde.buyur ettiler oturduk.sonra biraz konuştuk giriş bölümü klasik.cvmi okudu bana.ben de evet evet diyip onayladım.adam biraz soğuktu.öyle espiri filan yapılmadı hiç.sonra biz ne iş yapıyoruz diye sordu.sanki çok önemli bir soru sormuş gibi gözlerini gözlerimin içine bakıp dikti.hayatın anlamını söylememi bekliyor sanki benden.ya da öyle bir cevap vereyim ki onu çok şaırtayım tam bir zeka gösteri olsun o da tatmin olup beni işe alsın.fotokopi makinası satıyorsunuz dedim.başka dedi.ee haliyle onların tamiri teknik bakımı servisi kartuş dolumu gibi işleri de dolaylı ya da doğrudan çözüyosunuzdur dedim.sustum.adam hala bana bakıyordu.sonra biz genelde yaptığımız diğer işlerle tanınıyoruz dedi şiket olarak.(otomobil galerisini kastediyordu)o yüzden sordum yani nereye geldiğinizi biliyor musunuz diye dedi.nereye geldiği bilmeden gelsem bile zaten burda her yer fotokopi makinaları dergileri (bu arada fotokopi dergileri gerçekten ayrı bir mecra.sektör içi haberler.köşe yazıları.araştırma doyaları.dışarda bilmediğimiz kocaman bir fotokopi dünyası var) ıvırı zıvırı bunları gördükten sonra salak olsam anlarım dicektim demedim.çoğu insan intenetten bilip bilmeden başvuruyor filan dedi.ama bizim alan fotokopi dedi.yani aklınca beni test etmişti.neyse sonra aradığı şartları saymaya başladı.okul dil.tamam.ikna kabiliyeti.tamam.deneyim tamam.çabuk demoralize olmamak tamam.aktif araç kullanımı.evelallah.bişeyler bişeyler sayıp durdu.hepsine tamam.sonra sustu.ee peki dedim çalışma sisteminiz filan nasıl dedim.şu saatten şu saate dedi anlattı.başka sorunuz var mıdedi.yok dedim.sonra tatsız kuru  bir şekilde elimi sıktı vedalaştık ayrıldık.işe alınmadığımı anladım tabii hemen.ne bekliyosun ki kardeşim dedim içimden dönüş yolunda.sonra ah jilet gibi bir takımım olaydı herşey daha farklı olurdu diye düşündüm.

anne ben troçki oldum



troçkiyi sevmem.troçkistleri ise hiç sevmem.ama troçkiyle ilgili bi film olduğunu okuduğumda çok merak ettim.özellikle bunun bir amerikan filmi olduğunu öğrenmem merakımı ikiye katladı.sonra acaba bakalım "holivut" yine bi tarihi karakterin hayatını nasıl mahvedecek diye filmin gelmesini beklemeye başladım.sonra filmi izledim.
öncelikle sandığım aksine film bi "holivut" filmi değil.daha çok bağımsız film tadında kanada ortak yapımı filan.neyse filmin hikayesine gelelim.film ünlü rus devrimciyle ilgili bir film değil.yani doğrudan onla ilgili değil demek daha doğru.isim benzerliğinin de etkisiyle kendini troçki sanan daha doğrusu onun reenkarnasyonu olduğunu sanan kanadalı bir lise öğrencisiyle ilgili.onun gibi davranıyor onun gibi konuşuyor filan.sıkı bir komünist.babasının dükkanında çalışan işçileri babasına karşı örgütleyip grev yaptırıyor filan.film ortalarına kadar biraz böyle orta halli ama ilginç bir güldürü gibi gelirken ikinci yarıdan sonra çok güzel mesajlar vermeye başlıyor.filmin en önemli meselesi de burda ortaya çıkıyor.günümüzün en büyük sorunu.duyarsızlık.izlemek isteyenler için çok ayrıntısına girmicem ama film güzel.tavsiye ederim.

iş arama maceraları volume 4 (unutkanlık ve hayvanlık arasındaki ince çizgi)




bir dershaneye gidememek maceramın kahramanı dershaneden haber var.beni arayan idarecinin telefonu kapalı olduğu için kendisine ulaşamadığımı biliyorsunuz.efendim bir kaç gün sonra sırf meraktan bu numarayı tekrar aradım.neyse bu sefer çalıyordu.adam telefonu açtı böyle böyle geçen hafta aramıştınız geldim bulamadım yerinizi siz de cebi açmayınca geri döndüm dedim.tamam gelin görüşelim dedi.bu sefer uyanık davranıp adreslerini güzelce aldım.bu arada girip çıktığım dershanelerin hiçbiri değilmiş ve adı bambaşka bişeymiş bu yerin.tamam dedim yarın şu şu saatlerde gelicem müsait misiniz.tamam dedi.ertesi gün oldu ben işi sağlama almak için dershanenin sabit telefonunu aradım ben dedim biraz sonra geliyorum görüşme için.ne görüşmesi.öğretmen.yok öğretmen.lazım değil.sen kimsin.böyle böyle iş görüşmesi için gelicektim dedim.ihtiyaç yok dedi.karşıklık olmasın dedim yok ihtiyaç mihtiyaç dedi ve telefonu yüzüme kapattı.bu ne biçim densizliktir diye düşündüm kendi kendime.sonra olayı unuttum gitti.dün gece cep telefonuma bi mesaj geldi.sevgili öğrencimiz dersler yarın başlıyor şu saatte vs vs diye bi mesaj.bilin bakalım nerden.tabiki başımın belalısı aynı dershaneden.durumu o an kavradım.ben kpss kurslarıyla için bilgi almak için çok evvelden bu dershaneye gitmiştim.müşteri olarak.izbe döküntü bi yerdi hiç beğenmemiştim.o zaman cep numaramı almışlardı.demek ki bu abiler benim numarayı sık sık başka numaralarla karştırıp başkalarını arayacaklarına beni aramaya başlamışlar.öğretmen lazım şu numarayı arayın.öğrencilere mesaj atın aha bu numara öğrenci numarası galiba filan diye.benim numara o havalide adeta anonim bir şeye dönüşmnüş ortalık malı oldmuş.neyse dalgınlıktır olur insanlık hali.bir kere olur iki kere olur hadi o da sorun değil.ama bu densizlik affedilecek bişey değil.