2 Kasım 2012 Cuma

istanbul hakkında şiir

kaybedilmiş çocukluk hayallerimi yüklediğim kağıttan gemilerimle kapına dayandım

uzun bi aradan sonra tekrar merhaba

yaklaşık otuz yıldır süren bir baltaya sap olma mücadelem yakın zamanda sonlanmış gibi görünüyor.(otuzdan gün almak üzeresin bi zahmet sonlansın artık dediğinizi duyar gibi oluyorum)
istanbula yerleştim üniversitede okuduğum bölümle ilgili bir iş üstelik ve maaşı da türkiye şartlarında fena sayılmaz ancakne yalan söyliyim içim pek rahat değil.işi kaybetme korkusu ve hala işin bana uygun olup olmadığı düşünceleri içimi kemiriyor.evet okuduğum şeyle ilgili bi iş buldum ama okuduğum şeyi de çok zevmiyodum ki zaten.neyse konuyu uzatmayım bi kaç önce açlıktan nefesi kokan bir haldeysek şimdi iyi kötü bi hayat kurmaya yetecek kadar kazanıyoruz.prestijli bi iş çok olmasa da.eskisine göre halim çok daha iyi.
hayatımda istanbula ilk kez kez geldim.evet garip.otuz yaşından gün almak üzere olan bi türkiye cumhuriyeti vatandaşı olarak istanbula hayatımda ilk kez geldim.ve tabiri caizse gelir gelmez sudan çıkmış balık moduna girdim.tamam izmir de çok ufak bi şehir sayılmazdı.ama istanbul çok farklı.kalabalık soğuk kalabalık karmaşık kalabalık....
oturduğum yer biraz şehir dışı.biraz mı dedim yanlış kelime pardon.bayağı bi şehir dışı.evin bi kaçö yüz metre ilerinde inekler otuluyo.mübalağa için söylemiyorum gerçekten.bildiğin gerçek inekler gerçekten otluyorlar.
burda hiç arkadaşım yok.bilgisayarı yeni getirdim.şimdilik yeni hayatıma uyum sağlamaya çalışıyorum.öok yalnız olduğumu söylemiş miydim?
evet hiç arkadaşım yok burda.gerçi izmirde de çok arkadaşım yoktu.bi kaç kişi vardı sadece.ama burda gerçek manada hiç arkadaşım yok.işe gidip geliyorum.sabah otobüse biniyorum.işe gidiyorum.mesai saatinin bitmesiyle tekrar otobüse biniyorum.eve geliyorum.hayatım bundan ibaret.
neyse sevgili blog dostlarım.işte hali pür melalim böyle şimdilik.daha sonra görüşürüz.herkse bol postlu bloglar.

hayatım


evlere baktım
arabalara baktım
insanlara baktım

1 Eylül 2012 Cumartesi

"blogger" olmak üzerine


blogger olmak (blogspot uzantılı bir hesaba sahip olmak) aslında çoğu zaman sinir bozucu bi yalnızlık duygusuyla başbaşa kalmaktır.blog yazmak hala biraz "biri görecek de girecek de yorum yazacak da ölme eşeğim ölme" tadında.nedense tumblr'da bile olan arama özelliği yok çünkü burda.
ben açıkçası ilk blog sayfamı açarken daha "neşeli" hareketli interaktif bi ortam beklemiştim.ama bi türlü,yaklaşık bir yıl geçmesine rağmen o etkileşimli atmosferi yakalayamadım.dahası 300 kişiyi filan takip ediyorum düşünün yani.en büyük handikap dediğim gibi ortak ilgi alanlarına sahip olduğum insanları arayabileceğim bi eklentinin hala! olmaması.
tumblr mezuuna gelirsek.evet tumblr biraz daha hareketli,biraz daha "kreatif" bi mecra gibi.ancak hala  o "tumblr kızı" mecrası olmaktan pek sıyrılamadı.şekilli ergen mekanı gibi hala.biraz fazla yapmacık.geçen gün new yorka gittim adamlarıyla ve  kendini bişey sanan şekilli kızlarla dolu.
ama tumblr genel hatlarıyla blogspottan daha iyi.tasarım ve özellikleri filan olarak.bence ilerde tumblr biraz daha yaygınlaşır.o "elit" havasından biraz sıyrılır.o gün geldiğinde bence tumblra geçmek fena olmaz.burdaki bütün postları direk tumblra taşıyan bi program da var.ama ne derece sağlıklı açıkçası pek bilmiyorum.

sizce?


12 Ağustos 2012 Pazar

Ufoları Naziler mi yaptı? - Part1 [Türkçe Belgesel]

dünya hali

uzun zamandır işsiz olduğum için artık tek eğlencem evde oturup televizyon izlemek oldu.çoğu kanalda aptal saptal dizilerin tekrarları ve salak salak programlar var.ben de bu yüzden genelde haberleri ve tartışma programlarını izliyorum.malum ortadoğu konusu bu aralar çok "trendy".hep ortadoğu haberleri ve tartışmaları.ama artık ortadoğu haberleri izlemekten şiştim.çoğu kara propaganda tarzı haberler.dezenformasyon ve çoğu zaman buram buram demagoji kokan.açıkçası ortalama türk insanı olarak ortadoğuda ne olup bittiğinden pek haberimiz yok.orda bir takım diktatörler olduğunu ve insaların ayaklandığını biliyoruz.burdan sonrası ise her siyasi görüşün kendine göre yorumladığı bir alan.ama genelde bu ayaklanma haberlerine millet olarak sempatiyle yaklaştık.çünkü millet olarak ezilenin yanında olmak gibi bi duygumuz vardır.ancak suriyeden gelen muhaliflerin yaptığı katliam görüntülerinden sonra kafada şöyle bi algı oluştu:durun ya bu muhalifler de pek masum değilmiş.

öncelikle ortadoğu coğrafyasında abd ve avrupada gördüğümüz tarzda "çiçek çocuklar" tadında gitar çalıp barış şarkıları çığıran saçlarına papatyalar takan bir muhalefet göreceğimizi beklemek aslında başından beri saflıktı.tarihi avrupadan fazlaca farklı seyretmiş bu coğrafyada barışçıl yollarla iktidar değişikliği beklemek biraz hayaldi.liberal düşüncelerin cılız olduğu bu coğrafyada siyaset genelde aşırılık yanlısıydı.
esada karşı suriye aşırı sağına verilen batı desteği çok geçmeden sorgulanmaya başlandı bütün dünyada.baasçılığa karşı aşırı sağı desteklemek doğru muydu?bu ileride bütün ordadoğuyu içine alacak toplumlar arası bir çatışmanın fitilini ateşler miydi?dahası uzun vadede batı için bir tehdit olşturmaz mıydı?tartışmalar çok geçmeden din faşizmi tartışmalarına dönüştü.aslında bence bütün dünya dinleri temelinde bir huzur ve anlam arayışıdır.bu nedenle dini bir faşizmin mümkün olduğunu sanmıyorum.ha faşizm yeri geldiğinde dini argümanları kullanmıyor mu?elbette kullanıyor.din ve milliyetçi duygular faşizmin çok sık sömürdüğü alanlar.naziler rusya seferine çıkarken hristiyanlığın bekası ve "şövalye" ruhundan bahsediyorlardı.ya da mesela mussolini -ki kendisi pek dindar biri değildi ve eski bir marksistti- yeri geldiğinde "kutsal roma" imparatorluğu hakkında vaazlar veriyordu halkına.
evet faşizm dini kullanabilir ama dini bir faşizm biraz zorlama bir tanım gibi geliyor bana.
gelelim tekrar ortadoğuya.nispeten seküler baasçı ideolojinin yerini din temalı bir faşizmin alması ihtimali bütün avrupada korku içinde tartışılıyor.kamuoyunun çekincelerine karşın  batı hükümetlerini safını çoktan aldı.çünkü bu büyük satranç oyununda aşırı görüşlü araplar putin rusyası kadar korkutmuyor onları.rusya daha büyük bir tehdit.ve rusyayla batı arasında yeniden başlayan soğuk savaşta batının müttefiklere ihtiyacı var.

gelelim suriyeye. acı dolu bu küçük ülkenin sorunları büyük ihtimal yine rusya ve abd arasında "halledilecek".olan yine masum sivillere olacak.

Kıyamet - Hitler'in Yükselişi Bölüm 1 (kasaba politikacılığından "Führer"liğe uzanan ilginç serüven )

10 Ağustos 2012 Cuma

halk adamı


püriten beyaz küçük burjuva siyasetinden sıkılan halkın bunun yerine "esmer"  halktan taşralı kişiler görmek istediği çok  konuşuldu yazılı çizili basında geçmiş on yılda.bu atmosferin etkisiyle hem sağda hem solda idareler değişti.ve türk siyasetçisi "ben daha halk adamıyım" yarışı girdi.
halk vb gibi terminolojiyi en çok kullanan marksizm bile! idareci sınıfın halktan gelmesi gerekmediği hatta tam tersine "profesyonel devrimci" bir nitelikte olması gerektiğini söylerken,bizim bütün ana akım siyaset nedense şu ultra-marksist tonda ısrarlı ."halktanız biz" söylemini dilinden düşürmüyor.
tabi reklam sektörü boyutu var olayın bir de.seçim kampanyanlarını hazırlayan ajanslar bütün işlerinde "halktan biri olma"nın önemli ve olmazsa olmaz olduğu konusunda diretmekte ısrarlılar.
öncelikle bu "halk adamlığı" ne ona bakmakta fayda var.
seçim kampanyalarında ön plana çıkartılan "halktan olmak"ta öyle çok bilinçaltı subliminal bir şey yok.altında yatan farklı bir mesaj filan yok yani.ben halktanım derken kastedilen bildiğin harbiden halktanım abi işte ben,ensem kara,koyda koyun güttüm yazları gibi bişey.sanki şanslı doğmak fransızca bilmek yüksek sosyokültürel ekonomik tabakadan vb olmak tek başına bir suçmuş,ve sadece daha alt sosyokültürel bir tabakadan gelmek tek başına bir artıymış gibi.zengin kültürlü ve çok iyi niyetli halkın yanında bir adam da olabilirsiniz.bütün zenginler türk filmlerindeki gibi kötü değil.ya da tüm fakirler sadece fakir oldukları için çok iyi insanlar değil.insan olmak adam olmak mert sözünün eri kişilik sahibi olmak parayla ya da parasızlıkla ilgili bişey değil bence.sıfır korelasyon var aralarında.
devleti yöneten insanların "halktan biri" olmasını ben şahsen istemem.siz nükleer silahlarınızın bir manavın elinde olmasını ister misiniz?
bence idareciler "halktan biri" değil halkın bir adım önünde,hatta bayağı ilerisinde olmalılar.iyi eğitimli,profesyonel işinin ehli insanlar,mesela bilim adamı filan gibi.biraz fazlamı platoncuyum acaba?

aslında bunda siyasetçilerimizin de fazla bir suçu yok.bizim halkımız değil mi seçim meydanlarınında siyasetçi "ben halktan biriyim" dedikçe onu alkış yağmuruna boğan.
üff bilemiyorum ya dünya çok karışık.vapular falan...

Kıyamet - 2. Dünya Savaşı (Tansiyon Yükseliyor) 1/6





http://www.youtube.com/watch?v=vbEBDXOrku0


bu savaş sanki sadece bikaç diktatörün işiymiş gibi yansıtılmış.bu adamları kim neden destekledi oralara girilmemiş pek.bi de biraz taraf tutuyo gibi geldi.özellikle ruslara çok yüklenmiş.ancak gene de ikinci dünya savaşının ne olduğunu hakkında güzel bi özet olmuş.orjinal görüntülerden oluşması da bir diğer artısı.

9 Ağustos 2012 Perşembe

bir zamanlar ergendim



liseye gittiğim günlerde büyük bir kimlik arayışı içerisindeydim.bir gün grup yorum konserine gidiyordum bir gün sohbete davet ediliyor abilerle pilav kaşıklıyor bazen de "anarşist" olduğunu söyleyen arkadaşlarımla üstümde kuru kafalı tişörtüm alsancak kilise sokağında şarap içiyordum.lise kantininden sucuklu tost alırken "meydın" türkiyeye ne zaman gelcek abi yaa diye sorular sorarken ertesi gün beethoven cdsi alıyordum.sancılı bir ergenlikti benimki.çok fazla kitap okuyor bir kaç gün sonra okuduğum kitaptaki kişiler gibi davranıyordum.her şeye özeniyordum.bir gün dışavurumcu bir yazar olmaya karar veriyor ertesi gün kendimi bizzat devrim yaptığım bi latin amerika ülkesinin devlet başkanlığı koltuğunda görüyordum.bir başka gün thrash metalle anadolu ezgilerini birleştiren bir rock grubu kurup dünya çapında bir turneye çıkıyordum.bazen ufolara kafayı taktığım oluyordu bazen de modernizm açmazı üzerine kafa yoruyordum.peki sürdürülebilir ekolojik bir kalkınma mümkün müydü acaba?
tam anlamıyla bir hayal dünyasının içinde yaşıyordum.ve henüz üstüme vazife olmayan boyumu aşan ne varsa merak edip kurcalıyordum.
neredeyse hergün bi kitap bitiriyordum.evet çok yalnızdım.ve doğru düzgün pek arkadaşım yoktu.bazen oturup uzun uzun hayatın anlamı ne diye düşünüyorum.ve sürekli bi şekle bi biçime angajman olmaya çalışıyorum.bitmek bilmez bi anlam arayışı varoluşsal sancılar içindeydim.
felsefik bi ergendim.
lise sona doğru hedeflerim biraz netleşti.üniversitede iletişim ya da sinema gibi bişey okumak istiyor ve sıkı bir solcu olmanın hayallerini kuruyordum.o zamanlar ödp'nin yeni kurulduğu günler ve solculuk çok moda.ali kırca sürekli gül ve devrimden bahseden programlar yapıyor.siyaset meydanında yaşar kemal çıkıyor.
ben ise alsancaktan eski kitapçılardan aldığım kitapların etkisiyle iyiden iyiye solculuğa ısınıyorum.aslında ne olup bittiği hakkında bir fikrim yok fazla.ama okuduğum takip ettiğim medyadaki (kitaplar dergiler radyo ve tv programları belgeseller filmler...) siyasi  atışmaları gördükçe "solculuk" denen yerin çok hareketli bir yer olduğunu ve orada aksiyonlu bir şeyler döndüğünü anlayabiliyorum.(sürekli bişeyciler bişeycilerden ayrılıyor onlar ötekileri bişeycilikle suçluyor o onla birleşme yoluna gidiyor bi yazar onun romanı şey açısından çok şey buluyor ama öteki de boş değil ha o da yapıştırıveriyor cevabı.... çok renkli bir dünya gibi geliyor bana o zamanlar bu pek anlamadığım yer.aslında siyasetin doğasında bu tip tartışmaların olduğunu hatta siyasetin neredeyse tamamen bu olduğunu çok sonra fark ediyorum) ve deli gibi özeniyorum.üniversiteye başlar başlamaz hemen "eylem"e geçeceğim günün gelmesini bekliyorum.bu arada solcu olduğumu benden başka bilen yok.
eylem dediysem öyle vurdulu kırdılı şeyler değil afiş asma miting filan.tamam salak bir ergenim ama hepsi bu.
sonra 28 şubat geliyor.
imam hatiplerin önünü kapatmak için saçma sapan bir  katsayı ve bunun yanında bi "okul puanı" uygulaması getiriliyor.fiiler tepişirken yine çimenler eziliyor sizin anlayacağınız.
ee ben lise günlerim boyunca nasıl olsa okulda aldığımız notun üniversite sınavına bi etkisi yok diye doğru düzgün ders çalışmamışım.(yani okul derslerine) diploma notum 2.
össyi fullesem bile aldığım puan üniversiteye girmeye yetmiyor.benim bütün ergenlik hayallerim yıkıldı tabi bi anda.aslında bi meslek kariyer sahibi olamıcam diye değil o filmlerden romanlardan gördüğüm "üniversite ortamı"nı yaşayamıycam diye üzüldüm en başta.tabi ergenlik kafası.
yıllardır süren bir baltaya sap olma mücadelem o günlerde başladı.lise bitti.üniversite sınavına bir kaç kere girip çıktım.deli gibi ders çalışıyorum.türkçeyi filan fullüyorum.cevap anahtarı gibiyim o derece.zeki ama çalışmıyor diyen öğretmenlerimi haksız çıkartıyorum peş peşe.ama okuldan puan gelmiyor hacı.bir türlü olmuyor.eski siyasi içerkli filmlerden siyah beyaz resimlerden aşina olduğum istanbul üniversitesi giriş kapısını görüyorum rüyalarımda.giderek benden uzaklaşıyor.günler geçtikçe anlıyorum ki istanbul ya da ankarada üniversite okumak o filmlerden gördüğüm atmosferi yaşamak,bir eylemden sonra basın açıklaması yapmak,kortejin önünde yök kaldırılsın pankartı taşımak eylemde tanıştığım solcu bir kızla ateşli ve siyasi içerikli bir aşk yaşamak... sonra içeri girip çıktıktan sonra kız beni terk edecek sonra kadir inanırın şimdi ismini unuttuğum o filmindeki gibi bir zamanlar solcu olan ama sonradan solcuğu bırakıp zengin kapitalist birer reklamcı olan eski arkadaşlarımı bulacağım ve onlara bir çift söz söyleyip posta koyacağım öyle böyle...arka planda zülfü livaneli çalan sepya hayaller...
 bir sürü hayalim var.ve anlıyorum ki uzun bir süre ve belki de sonsuza kadar hayal olarak kalacaklar.bu tip şeyleri anca rüyamda göreceğimi iyice idrak ediyorum.
sonra başlıyorum şöyle iki yıllık bişey olsun bari kıyısından köşesinden o havayı soluyalım diyorum.öss tercih kitapçığını altına üstüne getiriyorum.sonra bayburt ısparta gibi yerlerde iki yıllık okulların bazılarını tutturabildiğimi keşfediyorum.iyani zmir istanbul ankara gibi yerlerde iki yıllık bile tutturamadığımı fak ediyorum.

 to be continued

işler güçler (amatör bir dizi eleştirmeninin kaleminden)



 sanılanın aksine absürt bir dizi değil.daha çok yeni bir mizah dili yakalamaya çalışan bir dizi. peki yakalamış mı? evet yakalamış.biraz bize özgü ama yer yer yabancı sitcom havasında.senaristler güncele ve internet jargonuna hakim.inci gibi işlenmiş olay örgüsü.her karede bi ayrıntı.karakterler...
 en çok seinfeld tadı aldım.(salih abi-kramer benzerliği,kentli mizah vb)
 bi de o "jim carrey sendromu" ve ardından gelen uzun geyik yaptıkları bölüm.tek kelimeyle şahane tarantinesk göndermelerle dolu bi bölümdü.özetle dizi çok güzel çok dolu.
 bi de adamların sürekli kendileriyle ve eski işleriyle alay etmeleri.o nihilistlik anarşiştlik...
inşallah yazlık bi dizi olarak kalmaz.
 not:  ha bir de anlamadığım bişey var.youtube'tan filan kaldırılmış bölümler.şimdi bi dizinin televizyondaki izlenme payının artması biraz da internette izlenmesiyle alakalı değil mi? hatta mesela leyla  ile mecnun bi sürü dizi  internet ve televizyon tekrarları sayesinde keşfedilmedi mi? ee o zaman netten neden kaldırılıyor bölümler? her zaman tekrarına denk gelemiyoruz.internetten de izlemek istiyoruz.bi de daha çok tv tekrarı istiyoruz.duyun sesimizi ey yetkililer.mağduruz.

generation kill



band of brothers ve pacific tarzı bi savaş mini dizisi.bu türün diğer örneklerinde olduğu gibi bu da hatıratlara dayanıyor.yani gerçek kişilerin anı ve gözlemlerinden yola çıkılmış.
ırak savaşını anlatan dizi olaylara biraz tarafsız yaklaşmaya çalışıyor gibi.amaçsızca sivilleri öldüren amerikan askerleri de var onlara yardım etmek için çırpınanı da.yani amerikan savaş filmi-dizisi konseptini siyasi bi propaganda havasından çıkarmaya çalışmış. biraz "insan hikayeleri" anlatmaya çalışıyorum gibi bi havası var.
ama bunun dışında söylediği pek fazla şey yok.ırak işgalinin mesnetsiz iddialara dayandığı aslında bunun bi petrol savaşı olduğu mağdur olanın yine siviller olduğu... zaten herkes bu konuda hemfikir.bu konuda söylediği "yeni" bir şey yok.
yani işte bakın biz amerikalılar yeri geldiğinde hatalarımızı da kabul ederiz gibi bi havası var dizinin.aslında biz genelde iyi çocuklarız aramızdan çıkıyo işte öyle bikaç kendini bilmez gibisinden.
evet çok kötü bi savaştı ama valla istemeden oldu çoğu şey filan.
ne çok sevdim ne de çok nefret ettim.savaş sahneleri güzeldi.aksiyon filan.bi de call of duty haritalarına benzeyen çok bölüm vardı.sanırım bi partnerlik söz konusu olmuş.

doksanlarda çocuk olmak - yeni orta sınıf



mizah dergilerinden facebook'a uzanan bir araştırma.
doksanlarda çocuk olmak.babanın çizgili pijamasıyla dalga geçmek.sözlükler.yaftalayıcı intenet jargonu.postmodern türkiyenin şekillenişi.kendini ve çevreyi yeniden tanımlayan ve biçimlendiren toplum.ve daha pek çok şey.
etrafımızda şekillenen yeni türkiyenin aslında pek çok açıdan yeni orta sınıfın eseri olduğu önermesiyle yola çıkıyor kitap.bunu kanıtlarla da destekliyor.kuru sıkıcı bir sosyaloji kitabı değil.pek çok şey ortalama okuyucu seviyende tutulmuş.gayet hoş akıcı bi kitap olmuş.
yükselen yeni orta sınıf etrafında türkiyenin yakın geçmişini özetleyen bu güzel araştırma pek çok şeye yeni bir gözle bakmamı sağladı.zihin açıcı.


daha detaylı bi inceleme için:

http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=4998

doğru ahmet yanlış hayat

az önce bir yazı okudum.blogger hesaplarının birinde.(bu arada tumblr daha güzelmiş.orda arama özelliği de var.belki burada vardır.baktım gerçi ama göremedim) özetle şöyle bir şey deniydu: "yanlış bir hayatı doğru yaşamayamazsın"
uzun uzun düşündüm.ben çoğu zaman başıma kötü bir şey geldiğinde ya da kötü bir durum hala devam ediyorsa ya da kendimi kötü hissediyorsam (yani hemen hemen her zaman) ben nerde hata yaptım diye düşünürdüm.ancak bu yazı bana yeni bir vizyon kazandırdı sanki olaylara karşı.evet adam haklıydı.yanlış bir hayat nasıl doğru yaşanır ki.kağıt oyunu pek bilmem ama ordan biz benzetme yaparsak diyelim ki kartlarınız çok kötü geldi.ee...satranç değilki bu doğru hareketler yaparak başarılı olalım.evet hayat satrançtan çok bir şans oyununa benziyor.belki de herkesin eşit doğduğu eşit başarı şansımız olduğu gibi şeyler hep biraz da amerikan filmlerinin bize pompaladığı ve bizim de bir süre sonra gerçekten inanmaya başladığımız yalanlar.
elin iyi değilse kıçını bile yırtsan olmuyormuş.
melankoli yapıp kendime acımak için yazmıyorum bu yazıyı.gerçekten düşündükçe taşlar yerine oturuyor sanki.doğduğum çevre aldığım eğitim ailem... hiçbirini seçemiyorsun.bu imkanlarla anca bu kadar oluyomuş aga diyorum en sonunda.gerçekten yanlış bir hayat doğru yaşanmıyormuş.mesela sen liseden mezun olduğunda 28 şubat nedeniyle üniversite giriş sisteminin bi gecede değiştiştireleceğini ve üniversitelerin kapısının sana sonsuza kadar kapatılacağını nerden bilebilirsin? doğumunu daha erkene alma şansın yok ki.buna benzer yüzlerce örnek daha verebilirim.özetle hayat öngöremedğin bi sürü değişkenle dolu.evet şans çok önemli bir mesele azizim.

facebook nation



prozac nation.amerikalı bir genç kızın yaşadığı depresyon.sonra bundan yavaş yavaş kurtuluşu.kendini bulması ve büyüdükçe dünyayı tanıması.varoluşsal sıkıntılar filan.filmin temel konusu budur.bir yandan bunu anlatırken beri yandan da modern toplum eleştirisi yaparak işte modern toplumun bizi içine düşürdüğü yalnızlık yaltılmışlık yozlaşmışlık vb şeyleri eleştirir.
modern amerikan toplumunun artık neredeyse ilaçlar sayesinde ayakta durabildiği bir noktaya geldiğini,artan anti-depresan ilaç kullanımını ve bu toplumsal histeriyi ekrana yansıtır ve kıyasıya eleştirir film.gerçek bir hayat hikayesinden yola çıkılmıştır bu arada.
bu prozac histerisi benzeri bir histeriden açıkçası millet olarak bizim de muzdarip olduğumuz konusunda endişelerim var.tam olarak aynı şey değil ama benzeri.
facebooktan bahsediyorum.dünyada kişi başına düşen hesap baz alnırsa en çok facebook kullanan millet biziz.tamam bunda garip bir şey yok.canımız sıkılıyor işte.işsizlik var zaten.özellikle genç işsizlik.millet kafa dağıtıyor nevar ki bunda.neden toplumsal bir histeri olsun diyebilirsiniz.bir yere kadar da haklısınız.ancak sorun sadece facebookta geçirilen zaman olsa eyvallah.sorun gördüğüm kadarıyla çok daha derin.sadece " günlük kişi başına  facebook tüketimi"nde değil başka pek çok şeydede sanırım dünya birincisi olma yolundayız.mesela facebook üzerinden siyasi mesaj verme konusu.literatüre artık "facebook milliyetçiliği" "facebook solculuğu" denen kavramlar hediye etmiş bir millet haline geldik.siyasi mesaj,taşlama  eleştiri laf sokma hatta zaman zaman bildiğin ana avrat sövme.çoğu zaman acayip kötü bir imlayla yazılmış yorumlar zaman zaman paint terk görseller... azizim millet olarak çok fazla boş vaktimiz olmasıyla sadece bununla açıklanabilecek bir durum değil bu.sanırım millet olarak içinde olduğumuz acayip bi kimlik arama şeyinin bi parçası.sosyolog değilim.ancak ben bile sezebildim bunu.ilkokul mezunundan doktorasını almış adama kadar (yok lan belki o kadar değil) yani toparlayacak olursak toplumun büyük bi geneli olarak sürekli "feys"te video resim vb paylaşıyor (kimi siyasi kimi değil) ve toplum olarak bi "şekil" yapmaya çalışıyoruz.sanki ülke olarak toplu bir ergenlik yaşıyormuşuz gibi.bir gün bi bakıyosun "rakçı" olmuş bieyler paylaşıyoruz,sonra öteki gün solcu oluyoruz che resmi yaplaşıyoruz,bi başka gün milliyetçiliğin dibine vuruyoruz.moda olduğu için oy verdiğimiz partinin başkanı hakkında "komikli" resim paylaşıp sözümona muhalif aykırı ya da işte o an oda olan neyse oncu oluyoruz.bi kimlik arayışı gibi geliyor bu bana.

1 Ağustos 2012 Çarşamba

kurt kanunu






kemal tahir batıdan alınan sosyalizm cumhuriyet milliyetçilik demokrasi vb gibi pek çok kavramın yurdumuza tam olarak uymadığı teziyle ortaya çıkan ve tarihi alternatif biçimde okuyan bir yazar olarak bilinir.sosyal ve ekonomik yolculuğu batıdan oldukça farklı seyretmiş küçük asyanın bu kavramlarla deyim yerindeyse bir kan uyuşmazlığı içinde olduğundan dem vurur yazılarında sık sık.sol dünya görüşüne sahip olmakla birlikte yazıları kendini milliyetçi-muhafazakar olarak tanımlayan pek çok kişi tarafından da referans gösterilir.erken dönem cumhuriyete eleştirel bir tavırla yaklaşır.
gelelim romana.cumhuriyetin ilk yılları.gündem yoğun.halifeliğin ilgası ve yarattığı tepki,musul meselesi,doğudan gelen ayaklanma haberleri,takrir-i sükun kanunu,istiklal mahkemeleri,ülke sathında giderek koyulaşan milliyetçi ton,mübadil mallarının paylaşılması meselesi,otoriter bir rejime mi gidiliyor tartışları,giderek yükselen sosyal ve siyasi huzursuzluk,yolsuzluk iddiaları.ortalık bayağı bi karışık.yeni rejim kurulurken beraberinde yeni bir muhalefeti de getiriyor.bir de bunlara gözden düşmüş ittihatçılar eklenince seyreyleyin gümbürtüyü.
iktidarı kaybetmiş ittihatçıların ya tutarsa kabilinden bi işe soyunup (izmir suikasti) sonra bunu ellerine yüzlerine bulaştırmalarını oldukça tempolu biçimde aktaran maceralı bir roman.(zaten kemal tahirin birkaç 'mayk hammer' romanı yazdığını ve aksiyona hakim olduğunu malum)
öncelikle kimdir bu 'ittihatçılar' bi ona bakalım.
osmanlının son günlerinde sultan abdülhamidi devirmek amacıyla gizli bir örgüt olarak kurulan,genelde asker kökenli kişilerden oluşan,milliyetçi ve batılılaşma yanlısı (burdaki batılılaşmadan kasıt batı ulusları gibi güçlü bir ulus olma amacı daha çok) bir siyasi oluşum.komitacılık dahil her türlü siyasi araca başvurmuş gözü kara 'bıçkın' abiler.uzun yıllar yeraltı örgütü olarak çalışmlarından ötürü ajanlık majanlık gibi işlerde ustalaşmışlar.iktidarda kaldıkları 1913-1918 yılları arasıda genelde anadolunun türkleşmesi ( daha homojen bir yapıya kavuşturulması) ve milli bir burjuva yaratma amaçları peşinde koşmuşlar.birinci dünya savaşına yanlış tarafta girmişler bir de milliyetçi politikaları osmanlı araplarının bir kısmını da devletten uzaklaştırınca elimize koca imparatorluktan kala kala bir tek anadolu kalmış,onu da ne güçlüklerle elde tuttuğumuz malum.yani adamlar memleketi kurtarmak için yola çıkmışlar ancak neredeyse tamamını kaybediyorlarmış.( ittihatçıların henüz 1916 gibi erken bir tarihte ittifak bloğunun yenileceğini anlamaları ve anadoluda gizli silah depoları kurmaları,eşrafa kendilerini sevdirmeleri sayesinde anadoluda bi taban elde etmeleri ve kurdukları "network"u kurtuluş savaşı sırasında millici kuvvetler emrine vermeleri hatalarını biraz olsun hafifletmiştir yine de.yani kurtuluş savaşnın kazanılmasında biraz rol sahibidirler)
neyse toparlayacak olursak.osmanlının son günlerinde iktidarda olan ittihatçıların önemli bir kısmı birinci dünya savaşının kaybedilmesini takip eden günlerde yurt dışına kaçıyorlar.geride bir avuç ittihatçı kalıyor.küçük ama etkili bir grup.yeni kurulan rejimde kendilerince hakettiklerini düşündükleri görevleri alamayınca biraz kırgınlık oluşuyor tabi.sonra içlerinden  bir gurp sanırım bu suikast olayını düzenliyor.
biraz daha toparlacak olursak.roman izmir suikastini anlatıyor.okuması zevkli.tarih meraklıları için güzel ayrıntılarla dolu.diziyi henüz izlemedim.izleyince onunla da ilgili yazıciim.
güç sizinle olsun.

23 Temmuz 2012 Pazartesi

unutulmuş savaş



birinci dünya savaşı genel olarak unutulmuş bir savaştır.hakkında çok fazla film dizi ve belgesel yoktur.ya da bilgisayar oyunu.evet popülerliği ikinci dünya savaşıyla mukayese edilemeyecek kadar düşüktür.kimi kısımları anzaklar ve biz türkler tarafından tarihlerinde bi mihenk taşı  (ulus olma sürecinde bir dönüm noktası ) olduğu için az biraz bilinir.ancak genel olarak ne popüler kültür için ne de başka bi açıdan "popüler" bi savaş değildir.
ancak bu savaşın öyle bir cephesi vardır ki unutulmuşun da unutulmuşudur.efendim birinci dünya savaşı iran cephesinden bahsediyorum.
 gelin öcelikle 20. yüzyılın başındaki ortadoğuya bakalım.arap yarımadasında kimi osmanlıya kimi ingiltereye bağlı  arap şeyhlikleri,iran şahlığı ve osmanlı devletini saymazsak yerel bi siyasi otoriteden söz etmek mümkün değil ortadoğu için.avrupalı güçler tarafından tamamen müstemleke haline getirilmiş.ve avrupada kaynamaya başlayan savaş kazanı tansiyonu hafiften yükseltmiş.ayaklanmalar hükümet darbeleri etnik ve dini çatışmalar "anayasal" devrimler gırla gitmekte.
 genel olarak bakıldığında yirminci yüzyılın ilk yarısının almanya ile ingiltere arasındaki bir bilek güreşinden başka bir şey olmadığını rahatlıkla görebiliriz.geç 19. yüzyıla başlayıp 1945'te almanyanın yenilip tamamen işgal edilmesine kadar süren bir çekişme.malum bi ipte iki canbaz oynamaz derler.kimi uzmanlar birinci ve ikinci dünya savaşlarını tek bir savaş olarak görür ki bence doğrudur.
 yirminci yüzyılın başlarında devasa ekonomik güçleri,güçlü kurumları ve siyasi yapılarıyla birbirinin karşına dikilen dahası siyasi ve ekonomik çıkarları çatışan bu iki bıçkın bütün dünyayı birbirine kattı..daha sonra yerlerini abd ve rusyaya bırakıp "reelpolitik"ten büyük ölçüde ellerini ayaklarını çektiler.
 fazla uzatmadan gelelim mezumuza.iran (o zamanlarki adıyla persia) birinci dünya savaşında "resmen" tarafsız bir ülke olmasına karşın bölünmüş siyasi yapıyısıyla alman genelkurmayı için el atılmaya müsait bi yer olarak görüldü.ki savaş evvelsi de zaten bütün ortadoğuda olduğu gibi burada da alman istihbaratı cirit atıyor birbiri ardına hükümet darbeleri düzenleyerek yandanşı bi takım adamları başa getirmeye uğraşıyordu.(yeri gelmişken alman genelkurmayının tarihin akışına yön vermek konusunda en başarılı aktör olduğunu belirtmek lazım.düzmece bi suikastle avusturyayı yanlarına çekmekten tut bizim ittihatçıları başa getirmeleri,ya da mesela rusyayı başarılı bi biçimde karıştırıp savaş dışına iterek neredeyse almanyayı savaşın galibi haline getirmeleri... liste uzar gider özetle alman genel kurmayı hem monarşi hem daha sonra gelen cumhuriyet döneminde olsun alman siyasetine,dış ilişkilerine,teknolojisine muazzam katkılarda bulunmuştur.boşuna değildir hitler iktidara geldikten beş sene sonra dünyayı işgal etmeye kalksın.adam zaten başa geldiğinde telsiz teknolojisinden tanka özellikle yabancı güçlerle kurulmuş muazzam başarılı dış ilişkelere kadar zaten savaşa "hazır" bi ülkenin başına geçmişti.) lafı uzatmayalım.birinci dünya savaşında iran alman stratejisinde önemli bi yere sahip.bi kere ingiltereyi bi dünya devi haline getiren deyim yerindeyse lokomotifi hindistana komşuydu.dahası müslüman bi ülkeydi.gerçi mezhep konusunda osmanlı halifesinden yollarını ayırmıştı ama yine de çağrıya yanıt verebilir gibi duruyordu.ya da en azından müstemleke memleketlerdek müslümanları kışkırtmak çin kullanılabilirdi.dahası yeni keşfedilemesine rağmen önemi kısa sürede kavranan petrol kaynakları üzerinde yüzüyordu.
 osmanlı orduları savaşın başlamasını takip eden günlerde irana girip bir takım yerel destekçilerin de yardımıyla kıssa sürede büyük başarılara imza atar.evet belki hisdistana kadar gidip ordaki müslümanları ingiltereye karşı ayaklandırmayı başaramaz.ama aslında esas amaç da bu değldir zaten.
olay biraz ingiltereyi paniğe kapıltmak,elindeki askeri gücün bir kısmını ortadoğuya çekmesini sağlamak ve her şeyin esas sonuca bağlanacağı yer gibi görünen batı cephesindeki alman ordusunun yükünü hafifletmektir.
hülasa ittifak devletleri 1917'ye kadar oldukça başarılı bir sınav verir.almanya fransanın batı cephesindeki bütün gücünü kırmış iş biraz ani ve büyük bi saldırıya kalmıştır.ingiltere ordadoğuda iyice hırpalanmış,rusya güzel biçimde karıştırılmış ve savaş dışı bırakımıştır.bütün bunlara ek olarak denizaltı savaşı inanılmaz derece başarılı gitmektedir.özetle itilaf devletleri her an havlu atmak üzere gibidir.batı cephesindeki itilaf askerleri arasında artık yavaş yavaş huzursuzluk ve isyan hareketleri başlamıştır bile.
ancak 1917'de çok beklemedik bi gelişme olur.abd resmen birinci dünya savaşına girer.almanlar amerikan askerleri kıtaya iyice doluşmadan son bi yıldırım harekatıyla parisi almaya niyetlenirler.(2. marne savaşı)başaramazlar.sonra fransayı yavaş yavaş boşaltırlar.düzenli bi geri çekiliştir bu.yani ikinci dünya savaşındaki gibi topyekün bi mağlubiyet değildir.abd almanyayı işgal etmeyi pek düşünmemektedir zaten.ingiltere ve fransa fazla güçlenir diye düşünmektedir çünkü.zaten en azından bi yirmi yıl almanlar kendilerini toparlayamaz der amerikan siyasetine yön veren abiler.ki haklıdırlar da.neyse zaten bi daha böyle büyük bi savaş olmaz diplomasi ya da olmadı önleyici bi müdahaleyle almanları tutarız diye düşünürler.kaldı ki öyle arada küçük bi savaş olmasının işlerine bile gelebileceğini arada böyle kurtarıcı rolüyle tekrar avrupaya ayak basabileceklerini düşünürler.
öngörüleri büyük ölçüde de gerçekleşmiştir.
dönelim ortadoğuya.türk siyasetçiler yanlış ata oynamış ve savaşı mağlup tarafta bitirmişlerdir.aslıda toprak kayıplarının yanında kimi yerlerde (iran ve kafkasya) toprak kazançları da vadır.ama genel bilonço tam anlamıyla korkunçtur.aslında almanların batı cephesindeki taarruzu başarılı olsa belki biraz daha yumuşak bi antlaşmayla savaştan çekilecekken neredeyse kayıtsız şartsız teslim olunmuştur.bir de ermeni meselesi yüzünden ittihatçılar yurt dışına kaçınca ülke de alıp başını giden siyasi bi boşluk oluşmuş.devamı başka bir yazının konusu.
not: halil kut'un anıları dönemle ilgili muazzam bi kaynak olup bulunursa hemen alınıp okunmalıdır.

19 Temmuz 2012 Perşembe

doğru zamanda doğru yerdeki adam



bazı adamlar vardır büyük işler başarmamışlardır,tarihin akışına yön vermemişlerdir hatta oldukça mütevazı kimselerdir ama öyle bir zamanda öyle bir yerde bulunmuşlardı ki hatıraları hazine değerindedir.işte falih rıfkı atay da böyle bir adam.
osmanlı devletinin çöküş yıllardında doğmuş erken dönem cumhuriyete tanıklık etmiş  birçok tarihi kişilikle tanışmış hatta yaverliklerini etmiş.belki bi savaş kazanıp bi ülke kurmamış ama bunların hepsine tanıklık etmiş.balkan harbi birinci dünya savaşı kurtuluş savaşı.
doğru zamanda doğru yerde bulunmanın verdiği o derin birikimle de onlarca kitap yazmış.ve hepsi gerek tarih gerek sosyoloji meraklıları için olsun tam anlamıyla bir hazine değerinde.
sadece bizim memleketle değil rusya ve italya hakkında da yazmış.tam manasaıyla asrın tanıklığını yapmış bir adam.
geç önem osmanlı türk aydını "kafası",sancılı uluslaşma süreci ve kimlik arayışı,yirminci yüzyılın yavaş yavaş şekillenmesiyle ortaya çıkan komünizm-faşizm zıtlaşmaları.her şeyi tüm çıplaklığıyla "ilk elden" görüyoruz.
yepyeni bir ulus yepyeni bir dünya kurulurken hep ordaymış.
aslında okul yıllarında falih rıfkıyı ders kitaplarında çokça görmüş hatta bu yüzden biraz da sıkıcı bi yazar olduğunu düşünmüştüm.ama değilmiş.
bu aralar çankayayı okuyorum sonra tekrar zeytindağına geçicem.okuyun siz de hadi grüşürüz.

prometheus












 ilk alien fiminin yönetmeni olan büyük usta ridley scott bu sefer bizi efsanenin başlangıcına götürüyor.ve gördüğümüz şeyler nasıl anlatmalı biraz şaşırtıcı.öncelikle alienla akraba çıktık.insan bir anneden doğma uzaylı genetik manipülasyonuymuş.
film tek cümleyle özetlemek gerekirse oldukça "dolu bi film".hristiyan teolojisinden antik mitlere ordan zekeriya sitkin ve daniken gibi araştırmacıların teorilerine antik astronotlar muhabbetine yapay zeka tartışmalarına kadar ağzına kadar dolu bi filmle karşı karşıyayız.ölüm yaşam iyi kötü...
 zaten alien serisini bu kadar popüler yapan şey belki bu alt metinler ya da metinler arası okumaya müsait senaryosu.sürekli dünyanın çeşitli tarafından yönetmenlerle çalışmaları sürekli yeni bi vizyon arayışı içinde olmaları filan.
robot rolündeki arkadaşın oyunculuk resmen bi oyunculuk dersi gibi.
charlize therona gelirsek.sadece afiş oyuncusu olarak kalmış.doğru düzgün rolü bile yok.biraz rolü olsun diye "dady issue" muhabbetine girmişler.ama zorlama olmuş.yani bu filmde theron olmasa en ufak bi değişiklik olmazmış.






özetle güzel film.alien serisine yeni bi bakış açısı getirmiş.izlenebilir.


18 Temmuz 2012 Çarşamba

soysuzlar çetesi - tarantino sinemasına giriş volume 1









öncelikle tarantino'nun kim olduğunu bilmeden bu filmi izlediyseniz büyük ihtimalle sinamadan çıkarken "ulan amma saçma filmdi" demişsinizdir.efendim yine ukala gözükeceğimi bilerek kısaca anlatayım.
tarantino bir yönetmenden çok "sinema aşığı" bir abi.bi video dükkanında tezgahtarlık yaparak başladığı sinema kariyerinde geldiği nokta malumunuz.(keşfedilmesinde harvey keitelın payının büyük olduğunu da yeri gelmişken belirteyim) neyse özetle adamın olayı filmlerle ilgili filmler çekmesi.yani tarantino bi savaş filmi çektiğinde bu bi savaş filmi değil aslında savaş filmleri hakkında bi filmdir.mesela rezervuar köpekleri bi suç filmi değil suç filmleri hakkında bi filmdir.tarantino zaman zaman da film türlerini karıştırır.son iki filmdinde (kill bill serisi ve bu)
toparlayacak olursak tarantino filmlerini realist sinema eleştirmeni gözlüğüyle izlememek lazım diyorum.tarantino da anladığım kadarıyla işi çok "ciddi"ye almıyor.
soysuzlar çetesi de tipik bi tarantino filmi.70li yılların ucuz ikinci dünya savaşı temalı savaş filmleri temele alan onlardan beslenen bi film.zaten sanırım böyle bi filmin yeniden çevrimi aynı zamanda.
her zamanki tarantinesk figürler bu filmde de var.günlük hayat üzerine uzun diyaloglar.zaman zaman içine girilen "absürt" durumlar.inceden iyi ve kötü nedir sorgulamaları.o nihilist tavır.aykırı kurgu.
film türlerini harmanlayan zaman zaman alt metinler üzerinden yol alan...
aykırı kurgu demişken... tarantino zaten çekişlebilecek tüm filmlerin çekildiğinin tüm türlerin denendiğinin ayrımında biri olduğu için artık ne anlatılacağından çok nasıl anlatılacağına kafayı takmış.konudan çok konunun nasıl anlatıldığı önemli onun için. o yüzden bu kadar "deneysel" haraketler içinde.
hülasa sayın seyirciler filmin şurası olmamış şunu yanlış yansıtmış yok o wehrmacht ss değil karakterler basmakalıp ve karikatürize aman efenim o olay öyle olmadı hitler gerçekte öyle ölmedi filan diye kafaya takmadan güzelce takın dvdnizi izleyin.

not: sinama tarihinin en itici karakteri için teşekkürler tarantino.






9 Temmuz 2012 Pazartesi

khal drogo'ya mahkeme yolu gözüktü





game of thrones türkiye dava konusu oldu.dizinin bikaç bölümünü izledim ancak kitaplarını hiç okumadım.gördüğüm kadarıyla içinde ejdarhaların olduğu zombilerin at koşturduğu westeros isminde bi gezegende ya da kıtada mı ne geçen fantastik bi kurgu.dizideki ırklardan biri de dothraki isminde bir kabile.dillerinde "özür dilerim" anlamına gelen bir sözcük bulunmayan ata binmekten savaşmaktan hoşlanan göçebe bi kabile.batıların oldukça oryantalist "doğulu" algısının bir yansıması gibiler.
ismi batılılar tarafından barbar kelimesiyle yan yana kullanılan biz türklerin zaman zaman batılılara alınganlık göstermemiz oldukça normal.çünkü toplumları barbar vs diye yaftalamak hoş bişey değil.ancak bu dizideki dothraki sanırı gerçekten türklerle bi alakası yok.çünkü anladığım kadarıyla olaylar bizim gezegenimizde bile geçmiyor.yani bu nedenle diziyi dava etmek sanırım trakyalıların bizi kötü gösteriyor diye hobbitleri dava etmesi gibi bişey olur.
dediğim gibi konuya pek vakıf değilim konuyla ilgili bir yazı için:
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/20901967.asp

8 Temmuz 2012 Pazar

3. dünya savaşı ve beşar esad'ın bir çizgi roman karakteri olma ihtimali üzerine bir deneme





bundan yaklaşık 20 yıl önce sovyetler birliği dağıldığında çoğu insan soğuk savaşın bittiğini düşünmüştü.ancak günümüzde gelinen noktaya baktığımızda soğuk savaşın halen devam ettiğini gözlemliyoruz.bu geçen yirmi yıl sanki sadece bir ara gibi bişeymiş.peki neden böyle olduçefendim öncelikle konuyla ilgili çok faideli bilgiler sunan wathmeni referans olarak gösterip bir takım açıklamalar getiricem.birincisi tıpkı watchmendeki bir karakterin dediği gibi savaş sadece ideolojilerle ilgili bir şey değil.aslında yine aynı karakerin söylediği gibi savaş aslında kaynakları sınırlı olan dünyamızda hayatta kalabilmek için ihtiyaç duyduğumuz zounda olduğumuz bir şey.evet yaşamak için savaşmak zorundayız çünkü dünya kaynakları hepimize yetmiyor.işte tam da bu nedenle rusyada reel sosyalizmin çöküşünün soğuk savaşı bitirdiği düşüncesinin oldukça safiyane olduğunu apaçık görüyoruz.
aslında 20. yüzyılın büyük bölümünü kaplayan soğuk savaş bir ölçüde tabiki ideolojilerin kapışması olsa da aslında altında yatan temel dinamik dünya kaynaklarının paylaşılmasıydı.
sovyetler birliği çöktü ama soğuk savaş bitmedi.rusya on yıl içinde tekrar toparlandı.bu kez kapitalist bir dünya devi olarak.yine eski oyundan tanıdığımız aktörler oyunda yerini bir bir aldı.çin,fransa,ingiltere... görünen o ki soğuk savaş tam da kaldığı yerden devam etmekte günümüzde.bunun en bari örneğini geçmiş yıldan bu yana komşumuz suriyede yakından görmekteyiz.yine eski günlerdeki gibi her şey. küresel güçlerin kendi aralarında sıcak çatışmaya girmeden küçük ülkeler üzerinden düşük yoğunluklu yer yer sivil ve çoğu zamanda savaş kurallarını hiçe sayan çatışmalar içinde oldukları o günler.yine eski kirli savaş oyunları.
 peki türkiyenin bu denklemdeki rolü ne ona gelelim.bizi en çok ilgilendiren kısmına.bence türkiye yine orta yolcu bir şekilde ancak bir nato üyesi olmanın üstüne yüklediği yükümlülükleri de hiçe saymadan son elli yıldaki tutarlı dış politakasını sürdürmeye devam ediyor.evet muhaliflere silah vermek dıında her türlü yardımı yapıyoruz.ancak suriyeyle sıcak bir çatışma içine girmek heveslisi de değiliz.her ne kadar batının beşinci kol faaliyetleri bizi suriyeyle sıcak bir savaşın içine sokmaya çalışsa da bütün gayretiyle ne türk kamuoyu ne de türk siyasetçiler böyle bir durum içine girmek istemiyorlar.hatta yakın zamanda yaşanan bir çok siyasi kutuplaşma ve atışmanın temelinde de batının bu durumdan duyduğu rahatsızlık yatıyor.artan pkk saldırıları ve sivil siyasetteki ayrışmalar vs
ancak kanımca batının bütün gayretine karşın suriyle sıcak bir savaşın içine gireceğimizi ( en azından yakın bir tarihte) düşünmüyorum.aslında batı da biraz söylenip dursa da bir süre sonra saknleşir.çünkü suriye gibi bir ülke için türkiye gibi bir müttefikini kaybetmek istemez.yani bizi biraz sıkıştırırlar sonra baktılar olmuyo vazgeçerler gibime geliyo.
peki suriye üzerinde oynanan bu son bilek güreşinin sonu nereye varır?bir kere suriye gerçekten 3. dünya savaşı çıkartacak kadar önemli bir ülke mi ona bakalım.
suriye ortadoğuda onlarcası bulunan komik düktatörlüklerden sadece biri.aslında bunlardan pek çoğunun arası batıyla oldukça da iyi.suriye biraz rusyaya yanaşık olduğu için batı bütün bu yaygarayı kopartıyor aslında.babadan oğula geçen devlet başkanlıklarına sahip onlarca "cumhuriyet" sayabilirim.esad sadece mensup olduğu siyasi grubun geçmiş onyıllarda rusyayla kurduğu sıcak ilişkinin kurbanı oluyor gibime geliyor biraz.babası abisini kendinden sonra başkan olması için yetiştirmiş.esadı siyasete pek sokmamış.ancak abisi bi trafik kazasında ölünce başkanlıksırası ona geçmiş.asteğmen olarak askerlik yaparken babası öldüğünde apar topar korgeneral yapılan iki sonra da devlet başkanı olan bir adam esad.ortadoğudaki siyaset tiyatrosunun silik aktörlerinden biri sadece.
bu petrol zengini de olmayan küçük ülke için bir 3. dünya savaşı çıkacağını sanmıyorum.aslında esas konu suriyede değil.suriye iran ile lübnan arasında bir köprü görevi gördüğü için ortadoğudaki dengeler açısından önemli.evet halkına kötü davranıyor evet diktatörlük.oranın bir iskandinav ülkesi olduğunu insanların aylık gelirinin 50 bin avro olduğunu ve çıplak bisiklete bindikleri söyleyen yok zaten.ortadoğunun göbeğindeki bir ülkeden bahsediyoruz adamım.ne bekliyosun ki.sorun bu değil.barı suriyedeki rejimi yıkmak istiyor çünkü kendi açısından esas istikrarsızlık kaynağı olarak gördüğü iranın etrafındaki ablukayı biraz daha daraltmak istiyor.işin özü bu.
eğer küresel bir savaş çıkarsa bu yüzden çıkar.
ülke olarak soğuk kanlı olup bekleyip görelim derim.

Other Lives - Black Tables

19 Haziran 2012 Salı

oda

 toplum dışı olmak "her zaman" kötü bir şey değildir.ama "her zaman" toplum dışı olmak da normal bir şey değildir.
 otuzlu yıllarda almanyada nazizmi beğenmemek belki toplum dışı olmaya iten bir şeydi insanı.oysa şimdi tam tersi.(yani artık nazi olmayanlar değil naziler dışlanıyor demek istiyorum)
 insanlık tarafından kabul gören değerler zaman içinde değişebilir.bazen belli bir dönemde geçerli olan toplumca kabul gören şeyler bir sonraki çağda ayıplanabilir tukaka edilebilir.örneğin kölelik.19. yüzyıla kadar oldukça doğal bir olguyken (olgu kelimesini cümle içinde kullanmayı seviyorum beni olduğumdan daha entelektüel gösteriyor :) ) günümüzde bir insanlık suçu.
elbette zaman içinde insanlığın bazı ortak değerler etrafında birleştiği de bir gerçek.sanırım artık kölelik tekrar kolay kolay normal bir şey haline gelmez.ya da insan kurban etmek.evet bazı ortak paydalar var.ancak toplumların dünyaya bakışının zaman zamana oldukça değişebileceği de bir gerçeklik olarak ortada duruyor.bir dönemde kabul görmeyen bir şey başka bir dönemde kabul görebiliyor.özetle her zamanın kendine özgü bir ruhu var.
ancak yazımın başında belirttiğim gibi "her zaman" toplum dışı olmak normal bir şey değildir.değişen değerlerin hiçbirine ait olmamak.her şeye muhalif olmak.kimseyle anlaşamamak.hep dışlanmış olmak.
dünyada yüzlerce felsefe binlerce akım ve bunları sahiplenen yüzbinlerce grup varken her zaman herkesin dışında olmak sanırım normal bir şey değil.
gelelim ahmetin hikayesine.ahmet ortaokuldan çok eski bir arkadaşım.yıllar varki görüşmedik.sonra facebook sayesinde bir gün ahmete rastladım internet aleminde.sonra ekledim.biraz sohbet ettik ve buluşup bir kahve içmeye karar verdik.ben alsancağa gel biraz hava alırsın dedim ama o bizim evde oturalım masraf yapmayalım dedi.kabul ettim.yıllrdır ahmetlerin eve gitmemiştim.biraz zorlanarak adresi buldum.kapıyı annesi açtı.biraz yaşlanmakla birlikte ayşe teyze hala aynı ayşe teyze gibiydi.şişman tonton bir kadınken şişman tonton bir nineye dönüşmüştü.şablon aynıydı.babası uyuyor diye pek gürültü etmeden ahmetin odasına geçtim.aslında ahmetin odası derken bile biraz düşünerej söylüyorum bunu.bu gördüğüm yerde herhangi bir yetişkinin yaşabileceğini pek düşünemiyorum çünkü.aslında bildiğin bebek odası olarak yapılmış bir yer.yani bi beşik koyacak bi de belki bi dolap koyacak kadar yer ya var ya yok.2 metre kare bile yok odanın genişliği.ahmet sanırım zaman zaman burada kalıyordu okul günlerinden hatırladığım kadarıyla ama asla burayı sürekli bir odaya dönüştürmemişti.ama şimdi gördüğüm kadarıyla tamamen burayayerlemiş gibiydi.
tek kişilik yatağı.küçük bir kitaplığı ve odanın her yerine dağılmış yüzlerce kitabıyla.burası 29 yaşında yetişkin adamın odası gibi değil de sanki össye hazırlanan pasaklı bir ergenin odasına benziyordu.
oturacak bir şey olmadığı için mecburen halının üstüne oturdum ahmet de yatağına gerçip bağdaş kurdu.biraz sohbet ettik.kafasının hemen üzerinde ilkouklda çekilmiş bir fotoğrafı asılıydı.yüz aynı yüzde sadece vücudu irileşmiş ve saçları yer yer beyzlamıştı o kadar.ahmet sanki hiç büyümemişsin yirmi senedir bu odada kapalı tutulmuşsun dedim gülerek.aslına bakarsanız ahmetin akli dengesinin de pek yerinde olmadığını biraz sohbet ettikten sonra anlamıştım.aslında ahmetin şu andaki hali ayıtrt etme gücü svb şu resimdeki çocuktan daha çok değildi.zavallı ahmet diye düşündüm.nasıl bu hale gelmişti bu çocuk sınav mınav derken nasıl kafayı bu kadar kırmıştı.anlamaya çalışıyordum.
derken ayşe teyze kahvelerimizi getirdi.hala ortaokulda nasıl bıraktıysam öylelerdir.annesi ahmete yemek getiriyor,kardeşi dershaneye ( ama bu sefer öss dershanesine değil kpss dershanesine) babası da yine eskisi gibi işe gidiyordu. ( emekli olduktan sonra geçim sıkıntısı nedeniyle bi otoparkata gece bekçiliği yapıyordu mustafa amca)
sadece hepsi biraz daha yaşlanmıştı.o kadar.her şey aynı gibiydi.
ee ahmet dedim anlat bakalım en baştan neler oldu.ahmet biraz düşünceli ama her zaman gülümseyen haliyle anlatmaya koyuldu.lisede ergenliğin verdiği isyankarlıkla biraz yaramaz bi çocuğa dönüştüğünü sonra okul idaresi tarafından düşük notlarla cezalandırıldığını ve bu süreçte ailesinden de beklediği desteği bulamdığını üstüne üstlük ailesinin saldırgan ve iğneleyici baskıcı vb tutumlarından dolayı iyice bunalıma girdiği anlattı.iyi kötü liseyi atlattığını ama o döneminde tam 28 şubat dönemine denk geldiğini katsayı uygulaması nedeniyle üniversiteye girmke için 3 yıl beklediğini anlattı.her zaman sanatçı ruhlu bi çocuk olduğunu aslında o zamanlar bile bunun kendisinin de biraz farkında olduğunu ancak yine de iş bulurum diye istemediği bir bölüm tercih ettiğini anlattı.üstüne üstlük bu bölümün şehir dışında olduğunu.taşrada çok zorlandığını yaklaşık altı sene taşrada okuduğunu bir an geldiğinde sanki artık kendini ölmüş gibi hissetmeye başladığını anlattı.kahvemden bir yudum daha alıpp eee dedim.eesi dedi okulu bitirip izmire döndüğünü ancak bir kaç yıl boyunca sadece prozac sayesinde hayata tutnabildiğini anlattı.sonrası daha da beterdi.babasının üç beş kuruş emekli ikramiyesinin dolandırıldığını sonra atamasının bir türlü çıkmadığını anlattı.eve kapanıp kpssye çalışmaya başladığını ancak okuduğu bölümün atamasının çok az olduğunu bir keresinde tam atanacakken kopya olayı yüzünden kıl payı kaçırdığını anlattı.sonrasından ülke genelinde yapılan her sınava girip çıkmaya başladığını anlattı.ales kpds üds ygs lys...ahmetin şasnsızlığı burda da bitmemişti.bir kere herhangi bir tanıdığı olmadığı için alesten yüz bile alsa bi asistanlık kapamayacağını biliyordu.kpss desen bölümlerinin ataması yoktu.tekrar üniversite okumaya kalksa katsayı engelinden dolayı yine adam gibi bişey okuması mümkün değidi.kaldı ki neredeyse 30 yaşına gelmişti.
ahmet için okumak çok önemliydi.az çok tanımıştım ahmeti.3 senemiz beraber geçmişti.o mutlaka büyük biri olacaktı.küçüklüğünden beri arzusu buydu.sanatçı ruhluydu.maceraperetti.sıradan sokaktaki düz insanlardan biri olamazdı.new yorkta bir sanat galerisi açmak ya da ünlü bir yönetmen olmayı istiyordu ahmet.ancak bütün bunların yolu sosyal bir çevre edinmek okumak ve buna benzer şeylerden geçiyordu.ancak ahmet bir türlü izmir kahramanlardaki evinden çıkamamış o atılımı yapamamıştı.daha kötüsü her çıkmaya çalıştığında tezek kokulu bir kasabada bulmuştu kendini.ahmetin hayallerini alacağınıza onu öldürün daha iyiydi.ahmet de sanırım hala hayalleri olduğu duygusunu yaşamak için öyleymiş gibi davranıyor ve sanki hala ümidi varmış gibi bir olasılığı varmış gibi bu odadan çıkmasının bir şansı varmış gibi olmayacak şeylerin peşinden koşmaya devam ediyordu.

13 Haziran 2012 Çarşamba

Creedence Clearwater Revival: Have You Ever Seen The Rain?

Paint it Black - Vietnam War

Zombieland



zombiliğin aslında bi metafor olarak kullanıldığı eğlenceli bi komedi filmi zombieland.filmin mesajını tek cümleyle özetlemek mümkün:eğer yalnız yaşarşak zombilerden ne farkımız kalır?
bill murray filmin bonusu.
yeri gelmişken konuyla ilgili bizden bir çalışma için:
http://www.youtube.com/watch?v=K1rVwkql90M

Hans Rosling ile dinler ve bebekler üzerine

Hans Rosling ile dinler ve bebekler üzerine

" Rosling, insanların sahip olduğu çocuk sayısı ile dinleri arasında aslında hiçbir ilişki olmadığını, esas nedenlerin yüksek çocuk ölümü oranı, çocuk işçi çalıştırma ihtiyacı, kadınların eğitim düzeyi ve iş hayatına dahil olma oranı ile aile planlaması hizmetlerine erişim olduğunu etkileyici verilerle gözler önüne seriyor. Dini inançlar ne olursa olsun, çocuk ölümleri azaldığı, çocuklara işçi olarak ihtiyaç duyulmadığı, kadınlar eğitim alarak iş hayatına katıldığı ve ailelere aile planlaması hizmeti verildiği zaman, doğum oranının azaldığını birçok ülkenin verilerine başvurarak gösteriyor "

Micheal Wesely’nin üç yıllık pozlamaları

Micheal Wesely’nin üç yıllık pozlamaları

10 Haziran 2012 Pazar

21 Jump Street

 

dört beş yıldır (belki daha da uzun bir süredir) gördüğüm tipik bir rüya var.liseye dönüyorum.tekrar önlük filan giyip dolaşıyorum etrafta.öğretmenler senin biraz yaşın büyük değil mi diye soruyor öğrenciler bana garip garip bakıyor.psikoloğuma danışmadım ama sanırsam okul yıllarımdan nefret etmemle bi ilgisi olsa gerek.bu film sanırım benim kabusumun gerçek olmuş hali gibi bişey.
eşek kadar olmuş adamları liseye öğrenci kılığında gönderirseniz kimse anlamaz mı sanıyorsunuz.tabi filmimiz bi komedi filmi.işi büyük ölçüde absürtlüğe de vurmuşlar.bu nedenle kabul edilebilir bişey gibi.ama yine de sırıtıyo.bi olmamışlık hissi var.
jonah hill superbad gibi şahane bi filmden sonra liseye geri dönmüş.üstat o filmi çevirdiğinde 24 yaşındaydı ancak hiç sırıtmıyodu.hatta ben filmi izledikten sonra 24 yaşında olduğunu öğrendiğimde biraz şaşırmıştım bile.çok inandırıcıydı çünkü.belki biraz bebek yüzlü olmasından.
üstat artık 29 yaşına geldi.ve ne kadar bebek yüzlü olsa da hiç liseli gibi durmuyo.tatum fanları da kızmasın ama onun durumu hillden de beter.bildiğin kazma gibi duruyo okul sırasında.liseli havası hiç yok.




filmin konusuna gelirsek.işte efendim okullarda uyuşturucu sorununu çözmek için iki polis öğrenci kılığına girip gizli görevle bi liseye atanırlar.klasik senaryo.zaten eski bi dizinin yeniden çevrimiymiş.
işi alaya alan tarafı olmasa film hepten çekilmez olurmuş.ama iyiki böyle yapmışlar.yani sürekli kendi kendiyle falga geçmeler biraz absürtlük filan.



aslında geriye dönüp bakıyorum da akılıma şu geldi.bizim lisede 23 yaşında hatta daha büyük öğrenciler vardı.ulan ne manyak günlermiş.neyse konuya dönecek olursak film tatlı orta şeker."hoşça vakit" geçirmek için izlenebilir.iyi pazarlar.

The Marc Pease Experience

 



küçük insanların küçük hikayeleri üzerine kurulu bir film.sıcak samimi bi havası var.komedi dozunda yer yer kara mizaha kaymakla beraber.hayat ne kadar sıkıcı ve "çıkışsız" gibi görünse de her zaman küçük küçücük bir umut olduğunu da eklemeyi unutmuyor sonunda.


 Bored to Death ile tanıdığımız (yani en azından ben ordan tanıyorum) Jason Schwartzman başrolde.Ben Stiller ise kötü adamımız.üzerine hafiften bi yaşlı usta aktör havası çökmüş gibi bu arada.


konuya gelirsek.efendim film geçmişin gölgesinden bir türlü kurtulamamış hala gençlik günlerinde yaşadığını sanan bir adam üzerine kurulu.büyümeyi reddeden "takılıp kalmış" bir adam.aslında pek çok yerde kendimden parçalar bulmadım değil.derken bir kırılma noktası yaşanıyor.ve bir aydınlanma anı takip ediyor bunu.neyse filmi şimdi baştan sona anlatmayayım.özetle izlenebilir hoş bi komedi olmuş.kendine ait bi dil yakalamış.kısaca başarılı.izleyin derim.