17 Nisan 2012 Salı

davetsiz misafir





kabuslarla dolu bir gece uykusudan uyanııp kendime bir kahve yapmak için mutfağa gitmiştim.her sabahki gibi yine sinirliydim.çünkü yine hemen hemen her sabah olduğu gibi ne kadar salak bi hayatım olduğu aklıma gelmişti.kendi kendimden tiksinerek ocağın altını yaktım.su ısnınana kadar biraz buzdolabını karıştırdım.hiç açılmamış bir şişe şalgam suyu pörsümüş domates kalıntıları ve biraz da dia salam vardı dolapta.yine her sabahki gibi iştahsızdım.balkona çıkıp yoldan geçenleri izlemeye karar verdim.işe giden insanlar vardı etrafta.okula giden kızlar.bıyıklı tesisatçı tipli adamlar.bir ihtiyar geçti sonra aksaya aksaya yürüyordu.bir ara üstünde bi kedinin oturduğu bizim eski şahine dayanacak gibi oldu.bu esnada gözüm yolun sonundaki caddeden geçen bi arabaya kaydı.çok güzel bir kız mavi bi fiatın içinde yavaş yavaş geçti caddeden.
mutfağa döndüm suyum ısınmıştı.şekeriz bi kahve yaptım kendime.sonra bi sigara yaktım.öylece ayakta duuyordum.yapacak bir işim gidilecek bir adres beklenen bir telefon beklenilen bir posta ya da mesaj kapatılması gereken bir eşya vb yoktu ortalıkta.ayakta öylece durup sigara içmeye devam ettim.sonra aklıma ortaokul öğretmenlerimden biri geldi sonra gidilen bir okul gezisini hatırladım ortada hiç bi neden yokken.sonra hayatım ne kadar sıkıcı diye düşündüm.hayatımın değişik dönemlerinden birbiriyle alakasız bir kaç görüntü öylece gelip geçti gözümün önünden.lisedeyken ucuz kitap almak için alsancakta gittiğim bi kitapçı mı istersiniz yoksa bir gün bir yaz günü bir yerlere giderken yolsa arabamın gazının bitmesi mi.birbiriyle alakasız onlarca görüntü adeta beynime akın ediyordu.ilişkimizin yürümediği bir kız geldi aklıma sanki farklı diller konuşuyor gibi yabancıydık birbirimize.sonra bir kaç kere komik biçimlerde dolandırılışlarım geldi aklıma.bir zamanlar aşırı derecede salak olduğumu düşündüm.bir yandan da aşırı derecede şansız olduğumu.
sonra kafamda kendşmce bütün hayatımı özetledim.evet salakça şeyler yaptın.çünkü küçükken salaktın.ama bir yandan da şansım gerçekten yaver gitmemişti.
esas soru belki de bundan sonra ne yapabilirmdi.aslında haytımın neredeyse yarısını hayatımı muhakeme etmekle geçirdiğimi farkettim.belki biraz da aksiyon zamanı gelmişti artık.belki artık harekete geçmeliydim.sonra durduk yerde insanlar neden bu kadar kötü diye düşündüm.sakallı bir adamın yüzü sanki eriyerek geçti gözümün önünden.leş yiyen sırrtlanlar geldi aklıma.önce sırtım sonra bütün vücudum soğuk soğuk terledi.
sanırım kafayı yiyordum.asşında daha önce de kafayı yemeye çok yaklamıştım.hatta belki lisenin son yılı (ne saçma olaylardı) o yaz yemiştim kaayı çoktan.ama sanırsam bu seferki farklıydı.sanırsam ben hayatımı sona erdirmeyi düşünüyordum ciddi ciddi.bir kere ehliyetim henüz yeniyken angutça bir sollama yaptığım o günü saymazsak sanırım ölüme en yakın olduğum gün bugündü.
insanın ölüme gitmesi böyle bir şeymiş demek diye düşünüdüm.ama işin tuhaf yanı hiç de öyle matem havası yoktu ortamda.sadece güneşli sıkıcı bir gündüz vardı dışarda.öyle "dışavurumcu" karanlık bir görsellik tamtam sesleri üfleyen borular bir gerilim müziği filan yoktu etrafta.üstünde yoğurtlu dolma lekesi olan eşofman altıyla mutfakta kahve ve sigara içen sakallı bir adam dışarda ise karşı apartman buzdolabı taşıyan nakliyecilerin görüntüsü vardı.sıkıcı bir salı günüydü.çocuklar servise biniyor işe giden takım elbiseli bir adam çaktırmadan burnunu karıştırıyordu.sıradan bir salı günüydü.beklentisiz.normal.sakin.
diğer yandan ben de birazdan ölecek gibi hissetmiyordum.hatta gidip önce sibel kekillinin oynadığı şu yabancı diziyi izlesem mi diye bir ara düşünmüştüm bile.
sonra sırf üniversiteye gidebilemk için kalkıp anadolunun ısısz bir kasabasına yerleştiğim o son çocukluk günlerine benzeyen o günlerde sık sık okulun konferans salonunda oynatılan yüzüklerin efendisi gösterimlerine gittiğim aklıma geldi.her şey çorap söküğü gibi ardı ardına geldi.değişen sınav sistem yüzünden üniversiteye gidemeyen bir çocuk kıçını yırtarcasına çalışıp ancak bir taşra okulunu tutturabiliyor.sonra kalkıp gidiyor.lisede ondan öncesinde zaten okul konusunda hep sorunlu bi geçmişi olmuş.neyse gidiyor.yine olmuyor.yapamıyor.bir yandan onun asosyalliği bir yanda bir takım tip tip insalar.
orta anadoluda bir gece ıssız bir bozkırda ısısz bir tarladan geçerek ysüpermarket benzeri bir yere yaklaşık on kilometre yürüyüşü hala dün gibi aklında.
sonra yine okumaktan vazgeçmedi.bir kaç okula girip çıktı.hatta diploması bile oldu hiçbir işe yaramasa da.evet okul konusunda şansı yaver gitmmeişti.yaklaşık on yıldır ordan oraya sürüklenip bir baltaya sap olmaya çalıştı.ama hep engeller vardı.
zaman geçmiş dünya değişmişti.o ise annelerinin yanında hiçkimsenin hatırlamadığı biri olarak aşamya devam ediyordu.loser kaybeden vb havalı isimler verilebilrdi ona.ama o en çok hödük kelimesini yakıştırıyordu kendine.
bir otobüs yolculuğu sırasında arkamda oturan kızlara asılmak için sürekli size "guzuz" getiriyim mi diye onları rahatsız eden bir muavini düşünürken kapı çaldı.açtım ve açar açmaz uzay zaman çizgisinde bir kayma olduğunu anladım.karşımdaki "ben"dim.napıyon dedi.iyiyim dedim.davet etmeden içeriye girdi.bir açıklama bekliyordum.karşımda benim eski kıyafetlerimi giymiş saçı sakalı aynı benim gibi dutan sanki aynı şu andaki ben vardım.sen kimsin diye sordum.ben senim dedi.sanırım kuantum muantum bi olay oldu ve burdayım.tamam dedim.aç mısın diye sordum karnını doyurdum.sonra geceleri televizyon karşısında uyuduğum kanepeye yatırıp uyuttum.
kendimle yaşamaya böyle başladım.
aradan günler geçti.bu bensem eğer kendimdewn gerçekten nefret etmiştim.bütün gün uyuyor gece uyanıyor yemek yiyor sonra bütün gece internet başında oturuyordu.sürekli yaşadığı hayattan şikayet edip duruyordu.bu eşşek kadar otuz yaşında adam babası eve ekmek getiemk için 60 yaşında bir otoparkta gece bekçişiği yaparken bütün gün evde oturup üç kuruşluk ingilizcesiyle yabancı dizi izliyor feysbukta geziyor sağdan soldan okuğu bikaç şeyle bazen bütün gün ahkam kesiyor hatta ergen kızların bloglarına benzeyen "hayat çok anlamsız püff"  bir bloga sahiplik yapıyordu.içten içe bi tivitır fenomeni olmaya çalıştığını da çok geçmeden farkettim.
sırf bunlarla kalsa iyi bazen de internetten ya da sağdan soldan sorunlu ya da pespaye bikaç hatun buluyor bütün zamanını onlarla öldürüyordu.
hele bir tuvalete girmeye görsün saatlerce çıkmak bilmiyordu.
kısaca salak mı salak tam bir baş belası beyinsiz bir adamdım ben.
ona sorarsan bütün kötü şeyler onun başına gelmişti.sonra hep talihsizlikler onun başına geliyordu.(aslında bazı noktalarda ona hak vermemek mümkün değildi) ama be adam sen de olmuyorsa zorlama artık.7 senedir kpssye giriyordu.90 küsür puan alması gerekiyordu.şu son yedi yılda aldığı en baba puan 80di.olmuyorsa bırak başka bi işin ucundan tut.hatta bir keresinde karşıma alıp konuştum da.denemedim mi sanıyon dedi.özel sektörde de iş aramış hatta bulmuş.sonra cadı kılıklı bi idareci kadın onu sebepsiz kovmuş.başka da iş bulamamış.diğer yandan annesine (anneme) aşırı derecede bağımlıydı.bütün hayatını annem idare ediyordu.bir yandn annemin ne kadar cadı bi kadın olduğunu bildiğim için biraz da hak veriyordum kendime.bir de gerçekten eleman acayip şansız bi tipti.bir keresinde sınavı tam kazanacak gibi olmuştu.sonra sınav iptal edilmişti.
kafam karmakarışıktı sakallı ve göbekli otuz yaşında bir adamla aynı odayı paylaşmak zorundaydım ve dahası bu adam bendim.

9 Nisan 2012 Pazartesi

psikolojinin sihirli dünyasında küçük bir yolculuk


 






wilhelm wundt'un 1879 yılında almanyada ilk deneysel psikoloji laboratuvarını kurmasıyla beraber psikoloji felsefeden ayrılarak bir bilim dalı haline geldi.ancak alanda yapılan incelemeler hala daha çok felsefenin alanına giren türden "içsel duygular" "sezgi" vb şeylerdi.yapısalcılık adı verilen bu ilk psikoloji yaklaşımı içe bakış (iç gözlem) diye bir de teknik de bulmuştu.genel olarak zihin ve zihin yapısıyla ilgilenen abilerdi.





 daha sonra william james diye bir ingiliz pragmatist felsefeyi ve darwinin evrim teorisini birleştirip fonksiyonalizmin temelini atar.fonksiyonalistler yapısalcıları eleştirip "beyler yalnızca zihnin yapısını incelemekle olmaz bu iş biraz da fonksiyonlarına bakalım" gibi bir söylemle ortaya çıktılar.onlara göre esas olan "faydalılık"tı.algılama düşünme öğrenme gibi şeyler üzerinde kafa yordular.esas meseleleri organizmanın çevresine uyumuydu.







psikolojini bu ilk emekleme yılları görüldüğü gibi daha çok felsefi tartışmalar üzerine odaklanmıştı.siyasi fraksiyonlar arasındaki ideolojik atışmaları andıran bu ortamda birden watson diye bir adam çıkıp "arkadaşlar zihin mihin iyi hoş da biraz gerçek dünyaya dönelim" dedi.

watson psikolojiyi tamamen somut hale getirebileceğini iddia ediyordu.watsonun önermesi çok basitti: "bana bi çocuk verin onu isterseniz doktor yapayım isterseniz katil."
psikolojiyle somut sonuçlara ulaşabilirim diyordu.gerçek dünya meseleleri hakkında konuşuyordu watson.psikolojinin elle tutulabilen gözle görülebilen şeyler üzerine kafa yorması gerektiğini anlatıyordu.tıpkı diğer bilimler gibi.soyut kavramlarla işi yoktu.ona göre bilinç görülemeyen koklanamayan bir şeydi.ruh kadar soyuttu.(bunlar onun sözleri) ona göre insanların bütün davranışları basit bir şablonla açıklanabilirdi.rus biyolog ivan pavlovun köpeklerle yürüttüğü deneylerinden aldığı uyarıcı-tepki bağı teorsiyle hemen hemen bütün insan davranışlarını açıklayabileceğini düşünüyordu.insan denilen varlığı o kadar allayıp pullayıp süslemenin pek bi anlamı yoktu ona göre.herşey basit bir matematikle açıklanabilirdi.ona göre insan doğduğu anda boş bir levha gibiydi (bunu da j. locke'tan almıştı.)(losttaki değil filozof olan)







yaşı cinsiyeti kökeni ne olursa olsun her çocuk belli bir yetiştirmeye tabi tutulursa istenilen şey olabilirdi.malum adam makineleşmenin hızla yayıldığı mekaniğe çok önem verilen "steampunk" dönemde yaşamış.aynı zamanda koyu bir determinist.(yine aynı çağın gereği olarak)her şey önceden tahmin edilebilir tezini savunuyor.velhasılıkelam watson davranışçılık denilen yeni bir psikoloji yaklaşımı kuruyor.taki keçi sakallı bir avusturyalı (bknz: freud) psikolojinin einsteinı gibi ortaya çıkıp taşları yerinden sallayıncaya kadar (hatta neredeyse 1960lı yılların hümanist akımları ortaya çıkana kadar) davranışçı psikoloji temel kabul gören akım gibi bir şey oluyor dünyada.o yüzden bu yazı dizimizde gelin biraz onların üstünde duralım.








davranışçılar psikoloji biliminin henüz emekleme aşamasında ortaya çıkmışlardı bildiğiniz üzere.19. yüzyılın son çeyreği 20. yüzyılın başları bilime olan merakın alıp başını yürüdüğü herkesin bir şeyi bir ucundan bilimsel bir kavramla açıklamaya çalıştığı bir dönem.(bilimsel sosyalizm bilimsel hristiyanlık vs) hatta kimi ırkçı fikirler bile zaman zaman neredeyse bilimsel kabul görecek noktaya gelmiş.(kafatası ölçmeler öjenik gibi bir ton saçmalık ortada fır dönüyor afrikalılar insan mı gibi tartışmalar yapılıyor ciddi ciddi ) yıllarca bir şekilde engellenmeye çalışılan bilimin önündeki engellerin ortadan kalkmasıyla tabiri caizse bazı bilim adamları ne yapacağını şaşırıp sapıtıyor.katı bir bilimsellik anlayışı hakim ortama.ama henüz cidden pek çok alanda emekleme aşamasında bilim.newtoncu katı bi mekanik algıyla bakıyor dünyaya.pskiloji din tarih karşısına ne çıkarsa "steampunk" bir refleksle açıklamaya çalışıyor onu.her şey mekanik bir şekilde algılanıyor filan.neyse.biraz da gençlik hataları denilebilir tüm bunlara.







  dönelim davranışçılığa.davranışçılığın ana gövdesi pavlovun tepkisel koşullanma deneyleri üzerine inşa edilmiş.pavlov rus br biyolog.1917de rusyada devrim olurken asistanları hocam dışarda devrim oluyor dediğinde olursa olsun banane şurdan alman kurdunu getirin deyip deneylerine devam edebilecek kadar işiyle kafayı bozmuş bir adam.pavlov davranışçı değil.ama watson onun deneylerinden çok etkilenmiş.pavlovun çıkış noktası basit.neden limon gördüğümüzde ağzımız sulanıyor suratımız ekşiyor?(dikkat edin yerken değil gördüğümüzde) pavlovun sembol uyarıcı adını verdiği limon görüntüsünü gördüğümüzde ağzımız sulanıyor çünkü daha önce limon yerken ağzımız sulanmış limon bize bunu hatırlayıyor.pavlov bunu bir dizi deneyle "mekanik" bir biçimde açıklıyor sonra.en başından alırsakk pavlovun hikayesi aslında şöyle başlıyor.bir gün yine laboratuvarında oturmuş çalışıyor pavlov (köpeklerin sindirim sistemleri üzerine bi deney yapıyor) sonra asistanı giriyor içeri.köpeklerde birden bir hareketlenme başlıyor.deli gibi kuyruk sallıyorlar salya akıtmaya başlıyorlar.sonra pavlov asistanına dönüp bugün sen de bi değişiklik mi var diye ssoruyor.asistan bu gün farklı renk bi gömlek giydiğini söylüyor sonra pavlov köpeklere yemek getiren adamın da aynı renk gömlek giydiğini hatırlıyor diyor ki demekki köpekler alakasız iki şey arasında kendilerince bi bağ kurmuş dur şunu iyice bi ıncığına cıncığına kadar "mekanik" bi şekilde araştırayım.bilim adamı refleksiyle.sonra tepkisel koşullanma denilen teoriyi ortaya atıyor.aslında pavlovun "bilimsel" olarak keşfettiği şey yüzyıllardır dünyadaki bütün ayı oynatıcılar tarafından bilinen basit bu "numara".

aslında ayılar tef sesini duyduğunda oynamazlar.ayı küçükken közün üstüne çıkartılır bir yandan ayakları yakılırken bir yandan tef çalınır ayı kendince tef sesiyle ayağının acısı arasında bağ kurar.ve ömrünün sonuna kadar ne zaman bi tef sesi duysa ayağının acısını hatırlayıp sanki altında ateş varmış  gibi zıplamaya başlar.ayı koşullanmıştır.

pavlov zamanla deneylerinde ilerleme kaydeder.köpekleri zil sesi davul sesi vb aslında yiyecekle etle alakası olmayan bir sürü şeyle koşullamayı başarır.klasik tepkisel koşullama teorisi böylece kendini ispatlamıştır.ancak bu tip koşullanmalar ciddi anlamda basit koşullanmalardı.organizma sadece basit refleksler kazanabilmekteydi bu tip uygulamalarla.deyim yerindeyse köpekleri size biraz sonra et vericez diye kandırmaktan öteye gitmemektedi deneyler.organizmaya yeni bir davranış öğretmek imkansızdı bu yöntemle.






burda sahneye skinner çıkar skinner bir davranışçıdır.ancak o basit koşullanma deneylerinden daha fazla şey yapabileceği iddiasındadır.(bu arada kullandığı yöntemlerin bazılarını sirk hayvanlarını eğiten terbiyecierlerden almıştır.)ona göre davranış ortaya çıkardığı sonuçlardan etkilenmektedir.yani uyarıcı tepski bağını tersine çevirmiş tepki-uyarıcı bağı haline getirmiştir.demek istediği basitçe aslında organizmanın pasif olmadığı öğrenme sürecince aktif biçimde yer aldığı neredeyse "bilinçli" hareket ettiğidir.skinner programlanmış öğrenme yöntemini geliştirerek eğitim dünyasına büyük bir katkıda da bulunmuştur bu arada.ancak skinnerın deneyleri aslında genelde pskimotor davranışlar üzerinde (hoplama zıplma) etkili olduğu unutulmamalı. eğitim boyutunda ise öğrenciye biraz düzenli ders çalışma alışkanlığı kazandırmıştır o kadar.(bu arada programlı öğrenme ilkelerinin baş harflerini birleştiriseniz "kebab" kelimesi ortaya çıkmaktadır.bu nedenle skinner eğitim fakülteleri öğrencileri arasında adanalı kebabçı ustası skinner diye anılır olmuşltur.)








dönelim watsona.kelimesine dokunmadan aynen aktarıyorum:"çocuklarınızı asla kucaklamayın ve öpmeyin.sabahları onlarla tokalaşın.eğer önemli bir şey başarmışlarsa başlarını hafifçe okşayın.bunları uyguladığınızda çocuğunuzla çok iyi derecede nesnel  ve aynı zamanda arkadaşça anlaşan baba-oğul olduğunuzu kendi gözlerinizle göreceksiniz."(watson,1928)
işte böyle katı bir eğitim anlayışını savunmaktadır watson.bunun dışında bir de dillere destan vahşilikte bir küçük albert deneyi vardır.efendim watson bir arkadaşının çocuğunu alır.şimdi ona göre insan boş bir levha ya istediği her şeyi öğretebileceğini düşünüyor.yani çocuğu kafasına göre programlayacak.efendim diyor ki ben bu çocuğun tavşandan korkmasını sağlıycam sonra çocuğun eline tavşan veriyor sonra ordan klaksonla çocuğun kulağına gayet yüksek sesten bi gürültü veriyor.çocuk yerinden zıplıyor tabi.sonra bunu bir kaç keç tavşan çocuğun kucağındayken tekrar ediyor.sonra ilerleyen günlerde çocuğa sadece tavşanı gösterdiğinde bile çocuk yerinden zıplıyor.sonra ailesinin haberi oluyor bu deneylerden mahkemelik filan oluyorlar.tam türkiyelik olay yani.sonra işin ilginç yanı çocuk sadece tavşanlardan değil bütün tüylü şeylerden korkmaya başlıyor.aile bakıyor çocuk yavaş yavaş psikopat olacak al watson kırdığın gibi düzelt diyor.watson çocuğu alıyor.önce cicili bicili oyuncaklar çizgi filmler filan izletiyor sonra şirin tavşan resimleri gösteriyor.yavaş yavaş tavşanı yaklaştırıyor çocuğa ilerleyen günler.ve çocuktaki tavşan korkusu böylelikle kayboluyor.watson böylece suçunu hafifletmeye çalışırken "sistematik duyarsızlaştırma" diye yeni bi kavram buluyor.aile davadan vazgeçiyor.watson yine dört ayağı üzerine düşünüyor.





gelelim diğer davranışçılara.gutrie...guthrienin temel çalışma alanı yine bu "koşullama" olayları.(guthrie biraz özetlemiş kendinden öncekileri) zaten davranışçılar bilindiği gibi gözle görünmeyen şeylerle ilgilenmiyorlar.hep etki-tepki.zaten günümüzde,üniversite birinci sınıf entelliğiyle söylersek "medyanın beyin yıkaması" filan denilen şeyler yani izlediğimiz reklamlar siyasi parti kampanları vb pek çok şey aslında bu davranışçıların bulduğu yasalara dayanıyor.kendinden geçercesine çikolata yiyen kızları düşünün reklamlardaki.(iki alakasız şey arasında bağ kurduruyor beyninize.tepkisel koşullanma.)ya da kibariyenin çıkıp ben de bu deterjanı kullanıyorum anacım demesi.(model alarak öğrenme-bilişsel ağırlıklı bir davranışçı kurama dayanıyor.kurucusu bandura.hatta geçenlerde türkiyeye geldi.çok tatlı şeker bir ihtiyar.onun da bi suçu yok.medya kullanıyor işte adamın kuramını engelleyemezsin ki) ya da siyasi parti kampanyalarında hemen hemen her liderin gittiği kasabada oranın meşhur ya da sevilen bir şeyiyle fotoğraf çektirmesi(yine klasik koşullanma)aslında reklamcılar da reddetmiyorlar bu küçük "numaralar"ı kullnadılarını.zaten benimde öyle bi komplo teorisini ortaya çıkarmaya çalıştığım filan yok.öyle bilgi olsun diye şeyettim.
thorndike...ismi oldukça "kuzeyli" dursa da aslında thorndike bize çok uzak bi kuramcı değil.



 ıspartalı halk ozanlarını andıran biri görüntüsü var.gayet bizden biri gibi.
bir de thorndike'ın bir diğer ilginç özelliği evlendikten sonra en önemli teorilerinden bir kaçı hakkında fikirlerini 180 derece değiştirmesi.zaten literatürde "thorndike 1930'dan önceki görüşleri" ve "thorndike 1930'dan sonraki görüşleri" şeklinde iki ayrı başlık altında incelenmekte.sırf bu yüzden bi sınav sorusunu kaçırmıştım.bıyığın dökülsün e mi thorndike.
neyse bunun dışında thorndike skinnerın fikir babalarından biri olmuş operant koşullanma deneylerinde.sonra bir diğer özelliği kuramlarının çok karmaşık ve karıştırılabilecek şeyler üzerine kurulu olması.bu yüzden sınavlarda sıkça görürüz kendisini.





gelelim son davranışçımıza.hull...
clark hull mühendislik eğitimini tamamladıktan sonra psikoloji alanında çalışmalara başlıyor.ne alaka diyeceksiniz.şöyle açıklayayım bildiğiniz üzere davranışçılar yani daha anlaşılır ifadeyle ilk psikologlar gözle görülebilen ölçülebilen davranışlarla ilgileniyorlardı sadece.onlara göre pskiloji doğa bilimlerinden farklı olmayan bir bilim dalıydı.insanı "organizma" diye açıklıyorlar onun doğuştan hiçbir şey getirmediğini ve bir robot gibi programlanabileceğini iddia ediyorlardı.1960lı yıllarda hümanist akımların dünyada hızla yagınlaşmasına kadar davranışçı psikoloji yaygın kabul gören bir akımdı.sağlık eğitim reklam siyaset hatta savunmayla ilgili (savaş ve istihbarat) alanlarda sıkça kullanıldı.bugün hala geyikleri yapılan bilmemkimi vuran suikastçinin evinde diğerleri gibi "gönülçelen" kitabı bulunmuş adamlara kitaptan bi cümle okuyolarlarmış gidip istedikleri birini öldürtüyolarmış tarzı mevzular.hatta mel gibsının bunla ilgili bi filmi vardı.özetle davranışçıların çalışma alanları insanları onların deyimiyle "organizma"ları menipüle etme üzerine kurulu olduğu için bu tip şehir efsanelerini normal karşılamak lazım.belki de bazıları araştırmalarına gizli kapaklı köşelerde devam etmişler ve beyin yıkamanın gerçek formülünü bulmuşlardır kimbilir.51. bölge felan tuhaf işler bunlar...
konuya dönersek hull insan davranışlarını tamamen matematiksel formüllerle açıklayabileceğini açıklayan bir formülle ortaya çıktı.sonra bazı görüşleri çürütüldü.(bknz: crespi etkisi) bu arada hull bir dönem hipnozla ilgili araştırmalar da yapmıştı.