31 Mayıs 2012 Perşembe

alem buysa kral benim





körfez savaşıyla ilgili abd hükümetini topa tutan açıklamaları,muhalif tavrı ve son olarak da adını anmak bile istemediğim o başarısız filmiden (tropik fırtınada bolca alay edilir bu filmle) sonra sean penn abinin kariyeri neredeyse bitme noktasına gelmişti.hatta oynadığı dead man walking filmine nazire yaparak şan abiyle ölü adam yürüyor bakın gibisinden dala geçenleri de gördük.(hani kariyerini bitirdi gibisinden) ancak sean penn bütün olumsuzlukları aşmayı bilerek sahnelere deyim yerideyse fırtına gibi döndü bu filmle.oyunculuk senaryo görüntü yönetmenliği cast seçimi dramaturji allah ne verdiyse sinemayla ilgil her şeyin tavan yaptığı bir filmle karşı karşıyayız.

hikaye büyük buhran yıllarının abdsinde geçiyor.ekonomik sıkıntılar işsizlik... aslında gazap üzümlerini izlediyseniz dönemin genel atmosferiyle ilgili üç aşağı beş yukarı bi fikriniz vardır.amerikan tarihinin en karanlık sayfaları.bunun yanında "amerikan ulusu" duygusunun en pekiştiği yıllar.aslında film tarihimizle biraz hesaplaşalım havası taşıyor.bizi amerikanın çok da uzak olmayan geçmişine götürüp bu ulus nasıl kuruldu,bizi iyi ve kötü yapanlar nelerdir filan gibi şeyler üzerine kafa yoruyor.ülkenin özel tarihiyle ilgili bir arşiv niteliğinde.ve bütün bunların yanında "iktidar" nedir ne değildir bunu  sorgulatmaya çalışıyor.

gerçek bir hikayeye dayanıyor film.aslında gerçek bir hikayeyi biraz alıp değiştirerek yansıtmış başka bir filmin yeniden çevrimi.(aslında gerçek bir olaydan yola çıkılarak yazılmış bir roman uyarlamasının tekrar çevrimi.üff)




hikaye nedir ona gelecek olursak.efendim malum otuzlu yıllarda büyük bir ekonomik buhran bütün dünyayı yakıp kavurmakta.rusya leninin nispeten ılımlı sosyalist politikası "nep"i bırakıp katı stalinist bir devletçiliğe yelken açmış.italya krizi faşizmle atlatma yolunu seçmiş.almanya tercihini nazizmden yana kullanmış.latin dünyası ise "üçüncü dünya faşizmi" denilen şeye dönüşmüş.cunta idareleri filan.japonya çareyi sağa sola saldırarak genişlemekte bulmuş.özetle dünyada taşlar yerinden oynuyor.liberalizm sadece abd ve ingilterede tutunabilmiş gibi.ama oralarda da durum "demokrasi" açısından pek iç açıcı değil.ingilterede ufak ufak kıpırdanmalar var.
gelelim filmin konusunun geçtiği abdye.efendim güney eyaletlerinin birinde huey long diye bir adam popülist politikaları ve kitleleri etkileyen hiabet gücüyle vali seçiliyor.karizmatik ve otorter.ve giderek daha baskıcı yöntemlere başvurmaya başlıyor.bu adama abdnin gelecekteki hitleri gibi yakıştırmalar yapılıyor.gelecekte totaliter bir hükümet formunun tüm abdyi saracağı ve "demokrasi"nin yok olacağı endişesi var.

film gerçekten yaşamış bu adamın ismini cismini biraz değiştirerek ama olayın özüne pek dokunmadan dönemi anlatmaya çalışmış.ben her dönemin bir ruhu olduğunu düşünüyorum.bence bu film anlattığı dönemin ruhunu güzel yansıtmış.

kpss sektörü-toplumsal bir histerinin düşündürdükleri











genç işsizlik denince akla gelen ilk varsayımlardan biri "efendim çok okul açıyorlar üniversite sayısı çok o yüzden gençler iş bulamıyor"dur.aslında durum pek de öyle değil.evet üniversite mezunu sayısı giderek artmakta ama burada gözden kaçırılmaması gereken bi nokta var: türkiyenin nüfusu da sürekli artmakta.yani genel nüfustaki üniversite mezununu sayısı oran olarak pek değişmedi.sanırım hala yüzde beş civarında.aslına bakılırsa pek çok gelişmiş ülkenin de altında.anadolunun hemen hemen her kasabasına açılan bu kadar okula ve açıköğretim bölümlerine rağmen.



 


gelgelelim işsizlik mevzusuna.evet okumuş genç işsizler nüfusta önemli bir pay tutmaktalar.sorun onların çok fazla olması değil.dediğim gibi üniversite eğitimli nüfus hala genel nüfusun yüzde beşi civarında.esas sorun  yeterli iş sahası olmaması.geçmiş cumhuriyet hükümetlerinin yeterli ve istenilen düzeyde istihdam yaratmaması (kamu harcamalarının genelde istihdam yaratmaya yönelik değil de daha çok müteahhitlik yatırımlarına gitmesi.zaten kamuda daha fazla çalışan istihdam edilemeyeceğine dair batıyla yapılan antlaşmalar.olması... ) sorunun temel kaynağı.sonrasında tabiki eğitim alanındaki plansızlık geliyor.tabi ailelerin ve öğrencilerin zamanında yeterli rehberlik alamayarak bilinçsiz tercihler yapmaları gibi diğer nedenler de var işin içinde.





 öğretmenlik mevzusuna gelirsek.yeterli okullaşma oranını tutturamamamız nedeniyle
 malesef yüzbinlerce atama bekleyen öğretmen yarattık.sorunun önemli bir diğer kaynağı cumhuriyet hükümetlerinin uzun yıllardır  bir üniversite politikalarının olmaması.
bu kadar edebiyat tarih coğrafya fizik mezunu genci ilerde ne yapacaklarını hiç düşünmeden plansızca açılan bölümler (özellikle fen edebiyat fakültelerinin plansızca çoğalması durumu var.evet en ucuz yani maliyetsiz açılabilecek bölümler fen edebiyat tarzı bölümler.tıp fakültesi ya da mühendislik fakültesi açmak biraz masraflı.hocası da ha deyince bulunmaz.aynı zamanda bir üniversite kurabilmek için sanırım fen edebiyat fakültesi açmak gerekiyormuş kanuna göre)
lafı çok uzatmayayım.işsizlik önemli bir sorun.uzun vadede ne vatandaşa ne de devlete yararı var.ancak bir alan bunun dışında:özel sektör.evet özel sektör için işsizlik bulunmaz bir nimet."bu parayı beğenmiyorsan bunun daha azına çalşacak adam da buluruz koçum" deme fırsatı veriyor işsizlik özel sektörün eline.burda özel sektör derken illaki büyük şirketleri devasa holdingleri düşünmeyin.iş başvurusu için gittiğim küçücük bir anaokulu sahibi bile hocam 350 milyona varsan anlaşalım gibi bir cümle kurabiliyor bu işsizlik denen hede yüzünden.evet yeri gelmişken belirtmeden geçemeyeceğim.evet asgari ücret oldukça düşük ancak eğer sözkonusu yer bir dershane vb bir yer ve işe başvuran ise bir öğretmen ise bu işyerlerinin patronları asgari ücreti bile çok görüyorlar.kardeşim türkçe öğretmeniydi ve çalıştığı yerdeki en düşük ücretli kişiden daha az ücret alıyordu.(sekreter hizmetli vs) garip gelebilir.ama yüzbinlerce öğretmenlik lisansına sahip insan işsizken bazı patronlar bu paraya da çalışır diye düşünüyor.yani üniversiten yeni mauzn ya da  işsiz öğretmen ucuz iş gücünden de öte ucuzun da ucuzu iş gücü muamelesi görmekte bu dershane tayfasında.(özellikle liselere ve üniversitelere hazırlık dershaneleri yapıyor bunu.) ( anti parantez bütün dershanecileri de töhmet altında bırakmak istemem ama genel durum böyle)
özel sektörün acımasız yüzüyle tanışan üniversite mezunu genç hemen kpss kitaplarına sarılıyor durum böyle olunca.özel sektör bir hayat kurmasına yetecdek ücreti karşılamıyor çünkü.
sadece öğretmenlik sertifikasına sahip olanlar değil.pek çok farklı meslekten insan özel sektörde bir gelecek göremediği için (çünkü genel olarak da ücretler düşük) ver elini kpss diyor.ve kpss her geçen gün büyüyen bir sektör halini almaya başlıyor.
bir kere bu işsizlik ortamında devlet gücenli bir sığınak.bazısı için üç beş kuruş az olsun devlet olsun algısı bile var.çünkü maaşının her ay tıkır tıkır yatacağını.çok manyakcaça bir şey yapmazsan kapı önüne konulmayacağını biliyorsun.




ve sektör büyüdükçe büyüyor.zaman zaman işin toplumsal bir histeriye vardığını da düşünmüyor değilim.fi tarihinde üniversiteden mezun olmuş yaşlı başlı adamları kpss kursları koridorlarında görmek artık az rastlanan bir durum değil.aslında bir yerde de bırakmak lazım.tamam sınava 12 yıldır giriyorsun.asldığın en baba puan 45.alman gereken 85.ne işin var allasen yürü git bir işe gir üç beş kuruş da olsa rızkını çıkar.neyse bu konu uzar gider.



 
ben kpss dendiğinde en çok eğitim fakülteleri mezunlarına üzülüyorum.çünkü diğer okul mezunları okula başladıklarında memur olma hayaliyle başlamıyorlar.mühendislik fakültesine kayıt yaprırıken ilerde postanede çalışağım diye hayaller kuran insanlar olduğunu sanmıyorum.ya da uluslar ilişkiler okurken en büyük hayalim zabıt katibi olmak diyen birinin varolduğunu.ama öğretmenlik öyle değil.bu işe başkoymuş insanlar en başında beri okulu bitirip bir an önce anadolunun neresi olursa olsun göreve başlamak hayaliyle yaşıyorlar.(arada istisnalar da olabilir.babasının koleji olan varsa bilemem) velhasılıkelam böyleyken böyle.aslında biraz fen edebiyat mezunlarını da anlıyorum.yanlış yönlerndirme ya da başka bir seçeneği olmadığı için fen edebiyat okuyup sonra hasbelkader öğretmenlik sertifkası alanları.tamam onların da başka bir seçeneği yok.onların da öğretmen olmak istemesi normal.ama bu saydığım tüm meslek gruplarından sadece öğretmenler en başından beri öğretmen olmak amacıyla bu işteler.malesef yeterli okullaşma oranı sağlanamadığı sürece de pek çok öğretmen adayı (aslında aday kelimesini kullanmak ne kadar doğru bilemiyorum) umutsuz bekleyişine devam edecek gibi.

29 Mayıs 2012 Salı

sistem içi muhalefet ve denetimli serbestlik

son günlerde alıp başını giden kürtaj tartışmaları nedeniyle facebook listemdeki pek çok kişinin george carlin videoları paylaşmaya başlamasıyla birlikte oturup bu yazıyı yazmaya karar verdim.(evet uzun bi giriş cümlesi oldu farkındayım) bir komedyenin sahneye çıkıp başkan dahil herkese ve her şeye küfür etmesini bazı arkadaşlarıma anarşist muhalif cool vb bir şey gibi geliyor.aslında durum görünenden oldukça farklı.bir kere o sistemin en tepesindeki insana çıkıp ekran kaşısında küfür etmeniz o sisteme dahil olmadığınız anlamına gelmez.
bill maher vb muhalif seslerin aslında sistem için ciddi bir tehlike oluşturmadığı gün gibi ortada.amerikada muhalefet partisi yok.biri cumhuriyetçi biri demokrat ismindeki iki partinin karagöz hacivat benzeri atışmasından ibaret amerikan sisyasal hayatı.marksizm ülkeye geç girmiş.aslında hemen hemen rusyayla aynı zamanlarda o kadar da geç değil ama avrupanın geri kalanına göre oldukça geç.bir de ülkenin genel siyasetinin tarih içinde avrupanınkinden çok farklı bir yol izlediği malum.tamam abdde sol yok.(sosyal demokrasi bile).çok cılız bir abd komünist partisi var.ve evet çok eski bi geçmişe de sahip.ancak oldukça sembolik.bir de sanırım sol içindeki güncel tartışmalrın biraz uzağında olmakla birlikte yanlış hayıtlamıyorsam revizyonist olduğu söyleniyor bu partinin.yeşiller ise hala emekleme aşamasında.efendim neyse işte abdde ciddi anlamda örgütlü bir muhalefetin varlığından söz edilemiyor.sendikalar zamanında mafyayla işbirliğine gidilerek etkisizleştirilmiş.(bknz: hoffa) komedyenler diyorduk.amerikalı liberal komedyenler bush başta olmak üzere amerikan muhafazakar siyasetine fazlaca yükleniyorlar.pek çok konuda adamlara hak vermemek mümkün değil.ancak bazen saçmaladıkları da olmuyor değil.(hadi muhafazakarlar ne diyorsa tam tersini diyelim havasındalar biraz.sanırım bazıları bundan kaynaklanıyor)
özellikle içlerinde sesi en gür çıkan george carlin.adam oy vermeyin bile diyor.(bill maher sadece cumhuriyetçilere oy vermeyin diyor sanırım) ancak bunun dışında sistemi değiştirmek için somut bi önerileri yok.




adamlar sahneye çıkıp başkana küfür ediyor ve seyirciler de bol bol gülüp biletlerinin hakkını aldıklarını düşünüp evlerine gidip uyuyor.ve kapitalizm son buluyor.öyle mi?bence hiç de öyle değil.kapitalizm dünyayı yok edene kadar durmayacak diyor pek çok okumuş yazmış insan.evet belki haklılar.bunun için kendilerince bir şeyler yapmaya çalışlıyorlar.geri dönüşümlü ürünler kullanıp al gore'a oy veriyolar.kendilerince bir şeyler yapmaya çalışıyorlar.ancak bu çabaları dünyayı kurtarmaya yetecek mi pek sanmam.
aslında şu "sistem" ve "kapitalizm" sözcüklerinin içini biraz doldurmak lazım.kapitalizm denince akla önlerinde chiavas viskileri uzun bir masanın etrafında oturmuş şişman takım elbiseli adamlar geliyor.dünyayı bir avuç kodamanın yönettiğini her şeye onların karar verdiğini düşünüyoruz.aslına bakılırsa durum hiç de öyle değil.bence kapitalizm güçlü bir imaj öncelikle.bir davranış biçimi.üniversitedeyken sıkı bir solcuyken okul bitince iyi bir şirkete girmek için cv doldurmaya başlayan o gençten kenara fazladan üç beş kuruş koymaya çalışan ayakkabı boyacısına kadar hepimiz onun bir parçasıyız.(fazla matrixvari oldu.evet kaşık yok.) kapitalizmi eleştirirken bile aslında ona hizmet eden bizler.
gelelim muhalif komedyenler mevzusuna.sistem bu abileri pek umursamıyor gibi görünüyor.evet umursanmıyorlar.hatta umursamama sistemin kullandığı bir silah burda.amerikada bir sahne şovunda ya da bir televizyon dizisinde başkan dahil ülkede sözü geçen herkesle ya da kabul gören bütün değerlerle alay edebilirsiniz.sistem bunu umursamaz.kesinlikle cezalandırmaktan daha iyi bir yol.sistem için.aslında bu tip eleştiriler sisteme iyi bile gelir.halk gidip biraz ağlenir bağırır çağırır stres atar.gazı alınır.
sistemler krize girdiklerinde ya da güçsüzleştiklerinde baskı silahına sarılmaya başlarlar.güçlü liderler ortaya çıkar.devlet yüzünü daha çok göstermeye başlar.aslında bu o sistemlerin güçsüzlüklerinin ve içine düştükleri acizliklerin bir sonucudur.güçlü sistemler hitlerlere mussolinilere ihtiyaç duymaz güç gösterine havalı geçit törenlerine gerek duymaz.ya da sansüre.
osmanlı örneğini düşünelim.gücünün en zirvesinde olduğu dönemde osmanlı devletinin tek bir sarayı vardı.oysa devlet ne zaman güçsüzleşmeye başladı birden saray sayısında artış görüldü.devlet giderek küçülürken nedense sürekli saray yaptırılıyordu.önceleri halk padişahların adını bile bilmezken çöküş döneminde karizmatik ya da otoriter padişlar ortaya çıkmaya başladı.her şeyle ilgili fermanlar yazan sürekli bir şeyler hakkında emirler yağdıran yaşamın her alanına karışmaya başlayan padişahlar gördük.




neyse özetle konuyu toparlayacak olursak aslında pek çok arkadaşımın cool bir hareket olarak gördüğü sadece basit hatta teşvik edilen sistem içi bir muhalefetten ibaret.sadece denetimli bir serbestlik.güçlü sistemlerin örgütlü bir muhalefetle karşılaşmadan baskı silahına başvurmadığını düşünüyorum.

2 Mayıs 2012 Çarşamba

TÜRKÇE SEPTEMBER CLUES

yeni başlayanlar için ostalgie



konuya eski bi doğu alman fıkrasıyla başlayalım.erich honecker (eski doğu almanya devlet başkanı) bir sabah uyanıp pencereye çıkar güneşi görür.günaydın sevgili güneş der.güneş cevap verir:günaydın sevgili erik.sonra öğlen olur erik yine balkona çıkar iyi günler sevgili güneş der.güneş, iyi günler sevgili erik der.akşam olur.güneş batmak üzeredir.honecker yine balkona çıkar iyi akşamlar sevgili güneş der.güneşten cevap gelmez.yine iyi akşamlar sevgili güneş der. güneş cevap verir:canın cehanneme erik artık batıdayım.
fıkra das leben der anderen filminde geçer.


karşılarında nato ve tüm heybetiyle kuzey atlantik kapitalizmini gören ve görece olarak güçsüz doğu avrupalı iktidarların zaman zaman paranoyaklığa varan uygulamalarını en tipik örnekleriyle gösterir bize das leben der anderen.eski bi ajanın ülkesi için yaptıklarından duyduğu pişmanlığın hikayesidir.


bilindiği üzere doğu almanya başlığı  son zamanlarda batıda,özellikle günümüz almanyasında önemli tatışma başlıklarından biri.almanya soğuk savaşın küllerinin yavaş yavaş soğuduğu şu sıralar geçmişiyle hesaplaşmaya çalışıyor gibi.

işin bir de "ostaligie" boyutu var.

ostalgie...
etimolojik olarak bakarsak almancada "doğu" ve "nostalji" kelimlerinin birleşiminden oluşuyor.zaman zaman spor malzemesi olarak karşımıza çıktı.zaman zaman da süs eşyası olarak.bazen bir rock grubu gitaristi gördük kafasında DDR amblemli tüylü asker şapkasıyla.ostalgie modası özetle biraz doğu almanya günlerine duyulan samimi ve gayrı siyasi bi özlem.(biraz da sevabıyla günahıyla bizimdi bu memleket ne hale geldik babey çığlığı) biraz da sırf retro.
peki neydi  bu doğu almanya.










alman sineması bizi bu unutulmuş küçük ülkeyle tanıştırmadan önce açıkçası pek çok ortalama insan gibi doğu almanya denince aklıma pek bir şey gelmiyordu.
küçükken izlediğim amerikan dizilerinde (görevimiz tehlike filan) buz mavisi gözleri olan soğuk kanlı ajan ve katil kadınların memleketiydi bu ülke.









sanırım soğuk savaş doğu avrupasını en naif ve hoş biçimde anlatan filmlerden biridir good by lenin.propaganda filmi klişelerinden uzak doğunun, demir perdenin arkasındaki dünyanın sıradan hayatını güzel yansıttı beyaz perdeye.















avrupanın ortasındaki bu küçük sosyalist ülkenin hikayesi aslında şöyle başlıyor.bilindiği üzere almanya birinci dünya savaşından yenik bir halde çıkmış.enflasyon tavan yapmış.milyonlarca insan hayatını kaybetmiş.müttefikler savaşın tek suçlusu olarak almanyayı görüyor.ülkeye ekonomik büyümesini kısıtlayan ve "milli gurur"nu incitici antlaşmalar imazalatılmış.fransız ve belçika askerleri ruhr bölgesinde dolaşıyor.doğuda polanyaya kuzeyde danimarkaya özetle bütün komşularına toprak vermiş.(savaşmadıklarına bile)
versay almanyayı hem küçük düşürmüş hem de  büyümesini engellemiş bir antlaşma gibi duruyor.halk rahatsız.henüz bir kaç yıl öncesine kadar bir imparatorlukken birden kentlerinin belçikalı askerler tarafından işgal edildğini gören almanlar için versay  kabul edlecebilecek bir antlaşma değil.komünist partsinden nazi partisine kadar bütün alman siyaseti versayı yırtıcaz söylemiyle seçimlere giriyor.imparator (kayzer) ülkeyi terk etmiş.sosyal demokratlar önderliğinde henüz yeni bir cumhuriyet idaresi kurulmuş (ülkenin adı aynı yani deutsches reich olarak kalmakla birlikte, bu döneme weimar almanyası dönemi de denir .yeni cumhuriyetin ilan edildiği weimar kentinden alır adını.birinci dünya savaşıyla nazilerin iktidara gelişi arasındaki süreyi kapsar) ama kimse durumdan memnun değil.darbe teşebbüsleri sağ-sol çatışması derken özellikle öfkeli birinci dünya savaşı gazilerinin desteğiyle nazi partisi iktidara geliyor.
ikinci dünya savaşı başlıyor.sonra almanya yine yeniliyor.doğusu rusya batısı da ingiliz fransız ve abd askerlerince işgal ediliyor.bu sefer müttefikler çok rahatsız ilkinde almanyayı işgal edip bölseydik bu ikinci dünya savaşı hiç yaşanmayacaktı ama bu sefer aynı hatayı yapmıycaz diyorlar.(aslında biraz kamuoyu baskısı da var işin içinde.batı toplumları tekrar bir dünya savaşı görmek istemiyor)






sonuçta almanya ikiye bölünüyor.yetmiyor biraz da küçültülüyor.(hatta almanyayı komple haritadan silelim diyen planlar ortaya atılıyor.avusturya ve diğer komşuları arasında paylaştıralım gibisnden sonra vazgeçiliyor ) ülkenin üçte biri polonyaya bırakılıyor.soğuk savaş yıllarında doğu almanya olarak bilinen yer aslında  ikinci dünya savaşı ve öncesinin orta almanyası.berlin ve çevresi.buralar ruslara geri kalan bölgeler batılı müttefiklere bırakılıyor.
ülkenin batısında  ilerleyen yıllarda federal almaya adını alıyor.rus işgali altındaki bölgede demokratik alman cumhuriyeti kuruluyor.işin ilginç yanı rus bölgesi savaş öncesi solun pek bi cılız olduğu eski prusya bölgesi.yeni kurulan sosyalist hükümet aslında hiç de tabanı olmayan bir bölgede neredeyse silah zoruyla kurulmuş gibi oluyor.nazi döneminde kaçıp canını kurtarabilen siyasetçiler ülkeye dönüyor.alman sosyal demokrat partisiyle alman komünist parti birleşip birleşik sosyalist partiyi kuruyor ve iktidarı devralıyorlar.başka farklı partiler de kuruluyor.yani aslında sovyet rusya vb demir perde ülkelerdekinin aksine çok partili bir hayat var.
çok partili hayat var derken aslında muhalefetin olmadığını eklemem lazım.evet bir çok parti var.hatta ikinci dünya savaşı gazilerinin kurduğu sağ görüşlü bir parti bile var.ama hepsi iktidardaki sosyalist birlik partisinin kurduğu cephe hükümeti içinde. bi anlamda göstermelik de olsa yine de renkli bir çok partili hayat denilebilir.düşünsenize düyanın başka neresinde ikinci dünya savaşı alman generallerinin siyaset yaptığı hatta orduda aktif görev aldığı sosyalist bir ülke vardı.
yeri gelmişken bu yeni alman devletinin  üniformalarının ikinci dünya savaşı dönemi üniformalarına çok benzediğini hatta bi keresinde babamla televizona bakarken yine doğu almanyayla ilgili bi filme rastladığımızda babamın aa ikinci dünya savaşı filmi nazili mazili savaşlı çok severim aç dediğini hatırlıyorum.böyle tuhaflıklar ülkesi bi memleket.bi de bildiğim kadarıyla rusya dışında kendi bilgisayarını üreten demir perde ülkesi.



















br diğer ilginç yanı daha var.biliyosunuz batı almanya türkiye italya gibi sıcak memleketlerden işçi almaya başladığında doğu almanya da yaklaşık aynı tarihlerde yurt dışından işçi almaya başlamış.biz o zamanlar batı demokrasisi şemsiyesi altında ve natoya üye olduğumuzdan batı almanyaya işçi göndermişiz.ama mesela kamboçya mozambik filan gibi o zamanlar sosyalizmle idare edilen  ülkeler doğu almanyaya işçi göndermiş.hatta bugün berlin çevresinde kayda değer bir vietnamlı nüfusun olduğu söyleniyor.

neyse lafı çok uzatmayayım.zaman zaman büyük güçler çıkarları için çarpışmış dünya ülkerini bölmüşler.dünyanın her köşesi bu soğuk savaştan kendi şartları içinde etkilenmiş.almanya gibi karmaşık tarihi olan bi ülke ikiye bölününce ortaya doğu almanya gibi tuhaf bi ülke ortaya çıkmış.bütün bu ostalgie muhabbetinin dayandığı olay özetle bu.





 tarih 1989'u gösterdiğinde artık doğunun mali kaynakları  batının zenginliğini karşısında soğuk savaşı sürdüremez hale gelmiş.doğu havlu atmış.başta sovyet rusya olmak üzere bütün sosyalist ülkeler sallanmaya başlamış.ilk yıkılan doğu almanya.aslında içlerinde rejimi en sıkı olan olmasına rağmen rusya yüzüstü bırakmış bizimkileri.

aradan yirmi seneden fazla zaman geçtikten sonra artık almanya dahil pek çok ülkenin kendine göre soğuk savaş anıları var.ve hepi bir şekilde "geçmişiyle hesaplaşma"ya çalışıyor.
dönemle ilgili çekilen bazı filmler sadece basit bi anti-komünist propaganda filmi olarak kalmakla birlikte tek tük güzel örnekler de var.


marksist terminolojide "reel sosyalizm" denilen dönem sona ermiş gibi görünüyor dünya genelinde.belki bir tek çin istisna sayılabilir.ama çinin tarihi diğer eski sosyalist ülkelerden biraz farklı olmuş.çin mao döneminden sonra (zaten o dönemden beri yavaş yavaş başlayan revizyonizm tartışmalarından dolayı arası biraz rusyayla bozuktu ) varşova sisteminden iyice kopmuş.(kimileri çinin günümüzdeki politikasının leninin nep politikası olduğunu söylüyor ,haklı olabilirler,yani devlet destekli kapitalizm.ülke kısa vadede kalkınıp dünyanın kapitalist devleriyle başedebilsin diye diye belli bir süreliğine uygulanan bir politika.emin değilim.kimilerine göre ise çin bir zamanlar eleştirdği revizyonizmin kralını yapıyor.)



gelelim soğuksavaşın diğer aktörlerine.doğu avrupa batı avrupayla birleşip avrupa birliği olmuş ama sanki doğu avrupa ülkeleri hala biraz üvey evlat gibi brüksel sisteminde.rusya putinle birlikte iyi bir çıkış yakalamış gibi görünüyor.devletleştirmeler ile rusya yine biraz eskisi gibi sosyalist çizgiye kayar mı korkusu hala var.
bizim gibi soğuk savaşın eski aktörleri ise biraz eski sistemin ağırlılarından kurtulmaya çalışıyorlar gibi şu sıralar.

dışavurumculuk,gestalt ve benim gerizekalı bir ergen olmam üzerine






liseye gittiğim günlerde en büyük zevklerimden biri hafta sonları alsancak taraflarındaki kelepir ismindeki bi kitap mağazasından (o zamanlar çok modaydı bi sürü yerde vardı) kafkanın kamuran şipal çevirlerini almak ve  hemen hemen bütün vaktimi onları okuyarak harcamaktı.doksanlı yılların sonuna rastlayan bu zaman diliminde karanlık hikayeler yazmaya ve sinemaya çok meraklı bi ergendim.kafkanın o yalın ama çarpıcı anlatımı beni çok etkilemişti.adam öyle süslü cümleler kurmadan (genelde abartı belirten sıfatlar kullanmadan) adeta kelimelerle resim çiziyormuş gibi çok güzel tasvirler yapardı.hayran kalırdım.daha sonradan bunun dışavurumculuk diye bi akımla ilgili olduğunu keşfettim.efendim dışavurumcular işte böyle tasvir yoluna başvurarak gözümüzün önünde manzaralar canlandırmaya çalışıyorlardı genelde.tabi bu manzaralar kişinin onları gördüğü şekliyle tasvir ediliyordu.doğada olduğu gibi değil.zaten işin bütün espirisi de neredeyse buydu.gel zaman git zaman dışavurumculuk içimde bir aşka dönüştü.artık hedefim belliydi.liseyi bitiri bitirmez hemen bir sinema okuluna gidecek sonra türkiyenin ilk dışarvurumcu yönetmeni olacaktım.







tabi hayatı ansiklopedilerden öğrenmiş bir çocuk olarak her şey bana kolay geliyordu.hiçbir şeyden haberim yoktu.lise günlerim sırasında genelde derste resim çizerek hayaller kurarak arada karanlık küçük hikayeler yazarak doldurdum vaktimi.zaten okul derslerinin üniversite imtihanında alacağım puana bi katkısı yoktu.sonra malum 28 şubat süreci okul katsayı puanları sınav puanını etkileyeme başladı hem de öyle böyle değil.ee ben liseden iki buçuk ortalamayla mezun olarak öyle malak malak etrafa bakarken buldum kendimi.türkçeyi sosyali vb fullesem bile bırakın sinema okulu kazanmayı 2 yıllık bi yere bile giremiyorum.hayata filan küstüm.gidip bi kuru temizlemecide çalışmaya başladım.kuru temizlemeci deyince aklınızdaki amerikan filmlerine benzer bi yer gelmesin bi mahalle arasında uyduruk makinalarla çalışılan küçük merdiven altı bi yerdi.neyse konuyu uzatmayayım sonra bi kaç kere daha imtihana girip çıktık.sonra artık bilmiyorum sistem mi biraz hafifletildi yoksa bana bi güç mü geldi ne güzel (çok yüksek olmamakla birlikte) dört yıllık yerelere tutan bi puan aldım.izmirde istediğim yerde tutuyodu.ama kuru temizlemecide çalıştıktan sonra hayatın gerçekleriyle geçim derdiyle biraz olsun karşılaştığım için ulan dedim şimdi sinema filan iyi hoş da aç kalırsın sonra diye düşündüm.iş garantili olur diye ailemin de gaz vermesiyle eğitim fakültesine gittim.sonra malum her öğretmen adayının karşınına çıkan kpssye girmeye başladım.eğitim bilimleri sınavına hazırlanırken gestalt kuramına denk gelmem de aşağı yukarı o günlere rastlar.meğersem bizim bu dışavurumcu alman yazarlarla gestaltçılar arasında neredeyse organik bi bağ varmış.
bir dönem almanlar ya da orta avrupa diyelim daha geniş tabirle bu algı olayına fena halde kafayı takmışlar.efendim gestalt nedir önce ordan başlayalım.kitabi bi tabirle açıklarsak gestalt bilişsel bir öğrenme kuramı.daha önce bahsettiğim davranışçılara karşı çıkarak davranışın sadece dışsal olarak gözlenebileceği teorisini reddetmişler.aslında özellikle üzerinde durdukları insan algısı.bir dizi algı kuralı da bulmuşlar.kısaca bakalım.








kuram werthemimer'a dayanmakla birlikte ilkeleri koffka ve köhler geliştirmiş.(bu koffka kafkayla akraba değil) çıkış noktaları bütün parçaların toplamından daha farklı bişeydir görüşü.
onlara göre organizma dışardan gelen duyumları olduğu gibi değil kendisine göre algılar.(işte dışavurumculukla organik bağ burda ortaya çıkıyor aslında biraz daha geriye gidersek izlenimcilikle de bi bağ kurulabilir)
onlara göre biz her şeyi olduğu gibi almıyoruz.yani davranışçıların u-t bağı dedikleri olaya karşı çıkmışlar.onlara göre uyarıcı-örgütleme-tepki bağı var.yani biz önümüze gelen her şeyi olduğu gibi almıyoruz beynimize.aynı şeye bakıp faklı şeyler gören insanlar örneği gibi.(fenomen)
kuramın en önemli noktalarından biri insaların yaradılışları gereği çevreyi belli bir bütünlük ve düzen içinde algılamaya yatkın olmaları görüşü.bunu bir dizi deneyle kanıtlamaya çalışmışlar.
yeri gelmişken psikolojii bozuk insanların (örneğinalman toplumunda derin yaralar açanbirinci dünya savaşından hemen sonra almanyada patlama yapan dışavurumcu sinemayı düşünelim o yamuk yumuk gölgeler karanlık köhne dekorlar ) çevreyi olduğundan daha çarpık bozuk ve kötü gördüğünü söylüyorlar.









gestaltçıların algısal örgütlenme yasaları phi fenomen deneyine dayanıyor.wertheimer koffka ve köhleri karşına alıp bir görüntü izletiyor.(bu arada kuramın çıktığı dönemde sinema yeni yeni yaygınlaşmaya başlamış)
çeşitli noktalardan ışık veriyor ortama.ışıkların yanıp sönme aralarındaki süreyi çok kısa tutuğunda denekler iki ışık gördüklerini süreyi biraz uzattığında ileri geri hareket eden ışıklar gördüklerini söylüyorlar.(bugün hala ışıklı reklam panolarında kullanılan bi numaradır bu)
bu küçük deneyden hareketle hem yapısalcıların "bilinç deneyimleri duyumsal elementlere ayrılabilir" görüşüne hem de davranışların her şeyi açıklamaya gücünün yettiğini iddia ettikleri u-t bağına karşı çıkarlar.
 özetle algı denilen şeyin en kadar subjektif olduğu yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlar.(ressamlarla müşterileri arasındaki bu ne biçim resim ev eve benzemiyo filan tarzındaki tartışmalarda ressama daha çok hak verir gestatltçılar özetle)












phi fenomen dışında şekil zemin (meşhur bi noktasına bakınca sakallı adam benzeyen bi noktasından bakınca etek giymiş bir kadına bennzeyen resimler),yakınlık,tamamlama,benzerlik,devamlılık (bir şarkıyı dinlerken onu tek tek nota olarak değil de bi şarkı olarak algılamamız,ya da aslında hareketsiz karelerden oluşan filmleri film olarak algılamamız),basitlik (adı üstünde her şeyi basit düzenli iyi düzgün bütün -gestalt- olarak algılama eğilimi)
gestaltıçılar daha sonra tüm yasalarını tek bir yasa altında toplamaya çalışmılar.pragnaz yasası.bütün yasaları doğuran yasa ana yasa gibi bi anlamı var.anlamlı basit ve tam olma eğilimi.mesela kahve falı bakarken bir şeyleri illa bir şeylere benzetmemiz.her şeyden bir anlam çıkarmaya çalışmamız.ya da her şeyi belli bir düzende algılamaya çalışmamız.gestaltçılar daha sonra bu görüşlerini psikoterapi alanına da taşıdılar.
bir de yarım bırakılan işler insana sonradan yük olur da demiş gestaltçılar.bu sonuncuya imazamı atarım.