12 Ağustos 2012 Pazar

Ufoları Naziler mi yaptı? - Part1 [Türkçe Belgesel]

dünya hali

uzun zamandır işsiz olduğum için artık tek eğlencem evde oturup televizyon izlemek oldu.çoğu kanalda aptal saptal dizilerin tekrarları ve salak salak programlar var.ben de bu yüzden genelde haberleri ve tartışma programlarını izliyorum.malum ortadoğu konusu bu aralar çok "trendy".hep ortadoğu haberleri ve tartışmaları.ama artık ortadoğu haberleri izlemekten şiştim.çoğu kara propaganda tarzı haberler.dezenformasyon ve çoğu zaman buram buram demagoji kokan.açıkçası ortalama türk insanı olarak ortadoğuda ne olup bittiğinden pek haberimiz yok.orda bir takım diktatörler olduğunu ve insaların ayaklandığını biliyoruz.burdan sonrası ise her siyasi görüşün kendine göre yorumladığı bir alan.ama genelde bu ayaklanma haberlerine millet olarak sempatiyle yaklaştık.çünkü millet olarak ezilenin yanında olmak gibi bi duygumuz vardır.ancak suriyeden gelen muhaliflerin yaptığı katliam görüntülerinden sonra kafada şöyle bi algı oluştu:durun ya bu muhalifler de pek masum değilmiş.

öncelikle ortadoğu coğrafyasında abd ve avrupada gördüğümüz tarzda "çiçek çocuklar" tadında gitar çalıp barış şarkıları çığıran saçlarına papatyalar takan bir muhalefet göreceğimizi beklemek aslında başından beri saflıktı.tarihi avrupadan fazlaca farklı seyretmiş bu coğrafyada barışçıl yollarla iktidar değişikliği beklemek biraz hayaldi.liberal düşüncelerin cılız olduğu bu coğrafyada siyaset genelde aşırılık yanlısıydı.
esada karşı suriye aşırı sağına verilen batı desteği çok geçmeden sorgulanmaya başlandı bütün dünyada.baasçılığa karşı aşırı sağı desteklemek doğru muydu?bu ileride bütün ordadoğuyu içine alacak toplumlar arası bir çatışmanın fitilini ateşler miydi?dahası uzun vadede batı için bir tehdit olşturmaz mıydı?tartışmalar çok geçmeden din faşizmi tartışmalarına dönüştü.aslında bence bütün dünya dinleri temelinde bir huzur ve anlam arayışıdır.bu nedenle dini bir faşizmin mümkün olduğunu sanmıyorum.ha faşizm yeri geldiğinde dini argümanları kullanmıyor mu?elbette kullanıyor.din ve milliyetçi duygular faşizmin çok sık sömürdüğü alanlar.naziler rusya seferine çıkarken hristiyanlığın bekası ve "şövalye" ruhundan bahsediyorlardı.ya da mesela mussolini -ki kendisi pek dindar biri değildi ve eski bir marksistti- yeri geldiğinde "kutsal roma" imparatorluğu hakkında vaazlar veriyordu halkına.
evet faşizm dini kullanabilir ama dini bir faşizm biraz zorlama bir tanım gibi geliyor bana.
gelelim tekrar ortadoğuya.nispeten seküler baasçı ideolojinin yerini din temalı bir faşizmin alması ihtimali bütün avrupada korku içinde tartışılıyor.kamuoyunun çekincelerine karşın  batı hükümetlerini safını çoktan aldı.çünkü bu büyük satranç oyununda aşırı görüşlü araplar putin rusyası kadar korkutmuyor onları.rusya daha büyük bir tehdit.ve rusyayla batı arasında yeniden başlayan soğuk savaşta batının müttefiklere ihtiyacı var.

gelelim suriyeye. acı dolu bu küçük ülkenin sorunları büyük ihtimal yine rusya ve abd arasında "halledilecek".olan yine masum sivillere olacak.

Kıyamet - Hitler'in Yükselişi Bölüm 1 (kasaba politikacılığından "Führer"liğe uzanan ilginç serüven )

10 Ağustos 2012 Cuma

halk adamı


püriten beyaz küçük burjuva siyasetinden sıkılan halkın bunun yerine "esmer"  halktan taşralı kişiler görmek istediği çok  konuşuldu yazılı çizili basında geçmiş on yılda.bu atmosferin etkisiyle hem sağda hem solda idareler değişti.ve türk siyasetçisi "ben daha halk adamıyım" yarışı girdi.
halk vb gibi terminolojiyi en çok kullanan marksizm bile! idareci sınıfın halktan gelmesi gerekmediği hatta tam tersine "profesyonel devrimci" bir nitelikte olması gerektiğini söylerken,bizim bütün ana akım siyaset nedense şu ultra-marksist tonda ısrarlı ."halktanız biz" söylemini dilinden düşürmüyor.
tabi reklam sektörü boyutu var olayın bir de.seçim kampanyanlarını hazırlayan ajanslar bütün işlerinde "halktan biri olma"nın önemli ve olmazsa olmaz olduğu konusunda diretmekte ısrarlılar.
öncelikle bu "halk adamlığı" ne ona bakmakta fayda var.
seçim kampanyalarında ön plana çıkartılan "halktan olmak"ta öyle çok bilinçaltı subliminal bir şey yok.altında yatan farklı bir mesaj filan yok yani.ben halktanım derken kastedilen bildiğin harbiden halktanım abi işte ben,ensem kara,koyda koyun güttüm yazları gibi bişey.sanki şanslı doğmak fransızca bilmek yüksek sosyokültürel ekonomik tabakadan vb olmak tek başına bir suçmuş,ve sadece daha alt sosyokültürel bir tabakadan gelmek tek başına bir artıymış gibi.zengin kültürlü ve çok iyi niyetli halkın yanında bir adam da olabilirsiniz.bütün zenginler türk filmlerindeki gibi kötü değil.ya da tüm fakirler sadece fakir oldukları için çok iyi insanlar değil.insan olmak adam olmak mert sözünün eri kişilik sahibi olmak parayla ya da parasızlıkla ilgili bişey değil bence.sıfır korelasyon var aralarında.
devleti yöneten insanların "halktan biri" olmasını ben şahsen istemem.siz nükleer silahlarınızın bir manavın elinde olmasını ister misiniz?
bence idareciler "halktan biri" değil halkın bir adım önünde,hatta bayağı ilerisinde olmalılar.iyi eğitimli,profesyonel işinin ehli insanlar,mesela bilim adamı filan gibi.biraz fazlamı platoncuyum acaba?

aslında bunda siyasetçilerimizin de fazla bir suçu yok.bizim halkımız değil mi seçim meydanlarınında siyasetçi "ben halktan biriyim" dedikçe onu alkış yağmuruna boğan.
üff bilemiyorum ya dünya çok karışık.vapular falan...

Kıyamet - 2. Dünya Savaşı (Tansiyon Yükseliyor) 1/6





http://www.youtube.com/watch?v=vbEBDXOrku0


bu savaş sanki sadece bikaç diktatörün işiymiş gibi yansıtılmış.bu adamları kim neden destekledi oralara girilmemiş pek.bi de biraz taraf tutuyo gibi geldi.özellikle ruslara çok yüklenmiş.ancak gene de ikinci dünya savaşının ne olduğunu hakkında güzel bi özet olmuş.orjinal görüntülerden oluşması da bir diğer artısı.

9 Ağustos 2012 Perşembe

bir zamanlar ergendim



liseye gittiğim günlerde büyük bir kimlik arayışı içerisindeydim.bir gün grup yorum konserine gidiyordum bir gün sohbete davet ediliyor abilerle pilav kaşıklıyor bazen de "anarşist" olduğunu söyleyen arkadaşlarımla üstümde kuru kafalı tişörtüm alsancak kilise sokağında şarap içiyordum.lise kantininden sucuklu tost alırken "meydın" türkiyeye ne zaman gelcek abi yaa diye sorular sorarken ertesi gün beethoven cdsi alıyordum.sancılı bir ergenlikti benimki.çok fazla kitap okuyor bir kaç gün sonra okuduğum kitaptaki kişiler gibi davranıyordum.her şeye özeniyordum.bir gün dışavurumcu bir yazar olmaya karar veriyor ertesi gün kendimi bizzat devrim yaptığım bi latin amerika ülkesinin devlet başkanlığı koltuğunda görüyordum.bir başka gün thrash metalle anadolu ezgilerini birleştiren bir rock grubu kurup dünya çapında bir turneye çıkıyordum.bazen ufolara kafayı taktığım oluyordu bazen de modernizm açmazı üzerine kafa yoruyordum.peki sürdürülebilir ekolojik bir kalkınma mümkün müydü acaba?
tam anlamıyla bir hayal dünyasının içinde yaşıyordum.ve henüz üstüme vazife olmayan boyumu aşan ne varsa merak edip kurcalıyordum.
neredeyse hergün bi kitap bitiriyordum.evet çok yalnızdım.ve doğru düzgün pek arkadaşım yoktu.bazen oturup uzun uzun hayatın anlamı ne diye düşünüyorum.ve sürekli bi şekle bi biçime angajman olmaya çalışıyorum.bitmek bilmez bi anlam arayışı varoluşsal sancılar içindeydim.
felsefik bi ergendim.
lise sona doğru hedeflerim biraz netleşti.üniversitede iletişim ya da sinema gibi bişey okumak istiyor ve sıkı bir solcu olmanın hayallerini kuruyordum.o zamanlar ödp'nin yeni kurulduğu günler ve solculuk çok moda.ali kırca sürekli gül ve devrimden bahseden programlar yapıyor.siyaset meydanında yaşar kemal çıkıyor.
ben ise alsancaktan eski kitapçılardan aldığım kitapların etkisiyle iyiden iyiye solculuğa ısınıyorum.aslında ne olup bittiği hakkında bir fikrim yok fazla.ama okuduğum takip ettiğim medyadaki (kitaplar dergiler radyo ve tv programları belgeseller filmler...) siyasi  atışmaları gördükçe "solculuk" denen yerin çok hareketli bir yer olduğunu ve orada aksiyonlu bir şeyler döndüğünü anlayabiliyorum.(sürekli bişeyciler bişeycilerden ayrılıyor onlar ötekileri bişeycilikle suçluyor o onla birleşme yoluna gidiyor bi yazar onun romanı şey açısından çok şey buluyor ama öteki de boş değil ha o da yapıştırıveriyor cevabı.... çok renkli bir dünya gibi geliyor bana o zamanlar bu pek anlamadığım yer.aslında siyasetin doğasında bu tip tartışmaların olduğunu hatta siyasetin neredeyse tamamen bu olduğunu çok sonra fark ediyorum) ve deli gibi özeniyorum.üniversiteye başlar başlamaz hemen "eylem"e geçeceğim günün gelmesini bekliyorum.bu arada solcu olduğumu benden başka bilen yok.
eylem dediysem öyle vurdulu kırdılı şeyler değil afiş asma miting filan.tamam salak bir ergenim ama hepsi bu.
sonra 28 şubat geliyor.
imam hatiplerin önünü kapatmak için saçma sapan bir  katsayı ve bunun yanında bi "okul puanı" uygulaması getiriliyor.fiiler tepişirken yine çimenler eziliyor sizin anlayacağınız.
ee ben lise günlerim boyunca nasıl olsa okulda aldığımız notun üniversite sınavına bi etkisi yok diye doğru düzgün ders çalışmamışım.(yani okul derslerine) diploma notum 2.
össyi fullesem bile aldığım puan üniversiteye girmeye yetmiyor.benim bütün ergenlik hayallerim yıkıldı tabi bi anda.aslında bi meslek kariyer sahibi olamıcam diye değil o filmlerden romanlardan gördüğüm "üniversite ortamı"nı yaşayamıycam diye üzüldüm en başta.tabi ergenlik kafası.
yıllardır süren bir baltaya sap olma mücadelem o günlerde başladı.lise bitti.üniversite sınavına bir kaç kere girip çıktım.deli gibi ders çalışıyorum.türkçeyi filan fullüyorum.cevap anahtarı gibiyim o derece.zeki ama çalışmıyor diyen öğretmenlerimi haksız çıkartıyorum peş peşe.ama okuldan puan gelmiyor hacı.bir türlü olmuyor.eski siyasi içerkli filmlerden siyah beyaz resimlerden aşina olduğum istanbul üniversitesi giriş kapısını görüyorum rüyalarımda.giderek benden uzaklaşıyor.günler geçtikçe anlıyorum ki istanbul ya da ankarada üniversite okumak o filmlerden gördüğüm atmosferi yaşamak,bir eylemden sonra basın açıklaması yapmak,kortejin önünde yök kaldırılsın pankartı taşımak eylemde tanıştığım solcu bir kızla ateşli ve siyasi içerikli bir aşk yaşamak... sonra içeri girip çıktıktan sonra kız beni terk edecek sonra kadir inanırın şimdi ismini unuttuğum o filmindeki gibi bir zamanlar solcu olan ama sonradan solcuğu bırakıp zengin kapitalist birer reklamcı olan eski arkadaşlarımı bulacağım ve onlara bir çift söz söyleyip posta koyacağım öyle böyle...arka planda zülfü livaneli çalan sepya hayaller...
 bir sürü hayalim var.ve anlıyorum ki uzun bir süre ve belki de sonsuza kadar hayal olarak kalacaklar.bu tip şeyleri anca rüyamda göreceğimi iyice idrak ediyorum.
sonra başlıyorum şöyle iki yıllık bişey olsun bari kıyısından köşesinden o havayı soluyalım diyorum.öss tercih kitapçığını altına üstüne getiriyorum.sonra bayburt ısparta gibi yerlerde iki yıllık okulların bazılarını tutturabildiğimi keşfediyorum.iyani zmir istanbul ankara gibi yerlerde iki yıllık bile tutturamadığımı fak ediyorum.

 to be continued

işler güçler (amatör bir dizi eleştirmeninin kaleminden)



 sanılanın aksine absürt bir dizi değil.daha çok yeni bir mizah dili yakalamaya çalışan bir dizi. peki yakalamış mı? evet yakalamış.biraz bize özgü ama yer yer yabancı sitcom havasında.senaristler güncele ve internet jargonuna hakim.inci gibi işlenmiş olay örgüsü.her karede bi ayrıntı.karakterler...
 en çok seinfeld tadı aldım.(salih abi-kramer benzerliği,kentli mizah vb)
 bi de o "jim carrey sendromu" ve ardından gelen uzun geyik yaptıkları bölüm.tek kelimeyle şahane tarantinesk göndermelerle dolu bi bölümdü.özetle dizi çok güzel çok dolu.
 bi de adamların sürekli kendileriyle ve eski işleriyle alay etmeleri.o nihilistlik anarşiştlik...
inşallah yazlık bi dizi olarak kalmaz.
 not:  ha bir de anlamadığım bişey var.youtube'tan filan kaldırılmış bölümler.şimdi bi dizinin televizyondaki izlenme payının artması biraz da internette izlenmesiyle alakalı değil mi? hatta mesela leyla  ile mecnun bi sürü dizi  internet ve televizyon tekrarları sayesinde keşfedilmedi mi? ee o zaman netten neden kaldırılıyor bölümler? her zaman tekrarına denk gelemiyoruz.internetten de izlemek istiyoruz.bi de daha çok tv tekrarı istiyoruz.duyun sesimizi ey yetkililer.mağduruz.

generation kill



band of brothers ve pacific tarzı bi savaş mini dizisi.bu türün diğer örneklerinde olduğu gibi bu da hatıratlara dayanıyor.yani gerçek kişilerin anı ve gözlemlerinden yola çıkılmış.
ırak savaşını anlatan dizi olaylara biraz tarafsız yaklaşmaya çalışıyor gibi.amaçsızca sivilleri öldüren amerikan askerleri de var onlara yardım etmek için çırpınanı da.yani amerikan savaş filmi-dizisi konseptini siyasi bi propaganda havasından çıkarmaya çalışmış. biraz "insan hikayeleri" anlatmaya çalışıyorum gibi bi havası var.
ama bunun dışında söylediği pek fazla şey yok.ırak işgalinin mesnetsiz iddialara dayandığı aslında bunun bi petrol savaşı olduğu mağdur olanın yine siviller olduğu... zaten herkes bu konuda hemfikir.bu konuda söylediği "yeni" bir şey yok.
yani işte bakın biz amerikalılar yeri geldiğinde hatalarımızı da kabul ederiz gibi bi havası var dizinin.aslında biz genelde iyi çocuklarız aramızdan çıkıyo işte öyle bikaç kendini bilmez gibisinden.
evet çok kötü bi savaştı ama valla istemeden oldu çoğu şey filan.
ne çok sevdim ne de çok nefret ettim.savaş sahneleri güzeldi.aksiyon filan.bi de call of duty haritalarına benzeyen çok bölüm vardı.sanırım bi partnerlik söz konusu olmuş.

doksanlarda çocuk olmak - yeni orta sınıf



mizah dergilerinden facebook'a uzanan bir araştırma.
doksanlarda çocuk olmak.babanın çizgili pijamasıyla dalga geçmek.sözlükler.yaftalayıcı intenet jargonu.postmodern türkiyenin şekillenişi.kendini ve çevreyi yeniden tanımlayan ve biçimlendiren toplum.ve daha pek çok şey.
etrafımızda şekillenen yeni türkiyenin aslında pek çok açıdan yeni orta sınıfın eseri olduğu önermesiyle yola çıkıyor kitap.bunu kanıtlarla da destekliyor.kuru sıkıcı bir sosyaloji kitabı değil.pek çok şey ortalama okuyucu seviyende tutulmuş.gayet hoş akıcı bi kitap olmuş.
yükselen yeni orta sınıf etrafında türkiyenin yakın geçmişini özetleyen bu güzel araştırma pek çok şeye yeni bir gözle bakmamı sağladı.zihin açıcı.


daha detaylı bi inceleme için:

http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=4998

doğru ahmet yanlış hayat

az önce bir yazı okudum.blogger hesaplarının birinde.(bu arada tumblr daha güzelmiş.orda arama özelliği de var.belki burada vardır.baktım gerçi ama göremedim) özetle şöyle bir şey deniydu: "yanlış bir hayatı doğru yaşamayamazsın"
uzun uzun düşündüm.ben çoğu zaman başıma kötü bir şey geldiğinde ya da kötü bir durum hala devam ediyorsa ya da kendimi kötü hissediyorsam (yani hemen hemen her zaman) ben nerde hata yaptım diye düşünürdüm.ancak bu yazı bana yeni bir vizyon kazandırdı sanki olaylara karşı.evet adam haklıydı.yanlış bir hayat nasıl doğru yaşanır ki.kağıt oyunu pek bilmem ama ordan biz benzetme yaparsak diyelim ki kartlarınız çok kötü geldi.ee...satranç değilki bu doğru hareketler yaparak başarılı olalım.evet hayat satrançtan çok bir şans oyununa benziyor.belki de herkesin eşit doğduğu eşit başarı şansımız olduğu gibi şeyler hep biraz da amerikan filmlerinin bize pompaladığı ve bizim de bir süre sonra gerçekten inanmaya başladığımız yalanlar.
elin iyi değilse kıçını bile yırtsan olmuyormuş.
melankoli yapıp kendime acımak için yazmıyorum bu yazıyı.gerçekten düşündükçe taşlar yerine oturuyor sanki.doğduğum çevre aldığım eğitim ailem... hiçbirini seçemiyorsun.bu imkanlarla anca bu kadar oluyomuş aga diyorum en sonunda.gerçekten yanlış bir hayat doğru yaşanmıyormuş.mesela sen liseden mezun olduğunda 28 şubat nedeniyle üniversite giriş sisteminin bi gecede değiştiştireleceğini ve üniversitelerin kapısının sana sonsuza kadar kapatılacağını nerden bilebilirsin? doğumunu daha erkene alma şansın yok ki.buna benzer yüzlerce örnek daha verebilirim.özetle hayat öngöremedğin bi sürü değişkenle dolu.evet şans çok önemli bir mesele azizim.

facebook nation



prozac nation.amerikalı bir genç kızın yaşadığı depresyon.sonra bundan yavaş yavaş kurtuluşu.kendini bulması ve büyüdükçe dünyayı tanıması.varoluşsal sıkıntılar filan.filmin temel konusu budur.bir yandan bunu anlatırken beri yandan da modern toplum eleştirisi yaparak işte modern toplumun bizi içine düşürdüğü yalnızlık yaltılmışlık yozlaşmışlık vb şeyleri eleştirir.
modern amerikan toplumunun artık neredeyse ilaçlar sayesinde ayakta durabildiği bir noktaya geldiğini,artan anti-depresan ilaç kullanımını ve bu toplumsal histeriyi ekrana yansıtır ve kıyasıya eleştirir film.gerçek bir hayat hikayesinden yola çıkılmıştır bu arada.
bu prozac histerisi benzeri bir histeriden açıkçası millet olarak bizim de muzdarip olduğumuz konusunda endişelerim var.tam olarak aynı şey değil ama benzeri.
facebooktan bahsediyorum.dünyada kişi başına düşen hesap baz alnırsa en çok facebook kullanan millet biziz.tamam bunda garip bir şey yok.canımız sıkılıyor işte.işsizlik var zaten.özellikle genç işsizlik.millet kafa dağıtıyor nevar ki bunda.neden toplumsal bir histeri olsun diyebilirsiniz.bir yere kadar da haklısınız.ancak sorun sadece facebookta geçirilen zaman olsa eyvallah.sorun gördüğüm kadarıyla çok daha derin.sadece " günlük kişi başına  facebook tüketimi"nde değil başka pek çok şeydede sanırım dünya birincisi olma yolundayız.mesela facebook üzerinden siyasi mesaj verme konusu.literatüre artık "facebook milliyetçiliği" "facebook solculuğu" denen kavramlar hediye etmiş bir millet haline geldik.siyasi mesaj,taşlama  eleştiri laf sokma hatta zaman zaman bildiğin ana avrat sövme.çoğu zaman acayip kötü bir imlayla yazılmış yorumlar zaman zaman paint terk görseller... azizim millet olarak çok fazla boş vaktimiz olmasıyla sadece bununla açıklanabilecek bir durum değil bu.sanırım millet olarak içinde olduğumuz acayip bi kimlik arama şeyinin bi parçası.sosyolog değilim.ancak ben bile sezebildim bunu.ilkokul mezunundan doktorasını almış adama kadar (yok lan belki o kadar değil) yani toparlayacak olursak toplumun büyük bi geneli olarak sürekli "feys"te video resim vb paylaşıyor (kimi siyasi kimi değil) ve toplum olarak bi "şekil" yapmaya çalışıyoruz.sanki ülke olarak toplu bir ergenlik yaşıyormuşuz gibi.bir gün bi bakıyosun "rakçı" olmuş bieyler paylaşıyoruz,sonra öteki gün solcu oluyoruz che resmi yaplaşıyoruz,bi başka gün milliyetçiliğin dibine vuruyoruz.moda olduğu için oy verdiğimiz partinin başkanı hakkında "komikli" resim paylaşıp sözümona muhalif aykırı ya da işte o an oda olan neyse oncu oluyoruz.bi kimlik arayışı gibi geliyor bu bana.

1 Ağustos 2012 Çarşamba

kurt kanunu






kemal tahir batıdan alınan sosyalizm cumhuriyet milliyetçilik demokrasi vb gibi pek çok kavramın yurdumuza tam olarak uymadığı teziyle ortaya çıkan ve tarihi alternatif biçimde okuyan bir yazar olarak bilinir.sosyal ve ekonomik yolculuğu batıdan oldukça farklı seyretmiş küçük asyanın bu kavramlarla deyim yerindeyse bir kan uyuşmazlığı içinde olduğundan dem vurur yazılarında sık sık.sol dünya görüşüne sahip olmakla birlikte yazıları kendini milliyetçi-muhafazakar olarak tanımlayan pek çok kişi tarafından da referans gösterilir.erken dönem cumhuriyete eleştirel bir tavırla yaklaşır.
gelelim romana.cumhuriyetin ilk yılları.gündem yoğun.halifeliğin ilgası ve yarattığı tepki,musul meselesi,doğudan gelen ayaklanma haberleri,takrir-i sükun kanunu,istiklal mahkemeleri,ülke sathında giderek koyulaşan milliyetçi ton,mübadil mallarının paylaşılması meselesi,otoriter bir rejime mi gidiliyor tartışları,giderek yükselen sosyal ve siyasi huzursuzluk,yolsuzluk iddiaları.ortalık bayağı bi karışık.yeni rejim kurulurken beraberinde yeni bir muhalefeti de getiriyor.bir de bunlara gözden düşmüş ittihatçılar eklenince seyreyleyin gümbürtüyü.
iktidarı kaybetmiş ittihatçıların ya tutarsa kabilinden bi işe soyunup (izmir suikasti) sonra bunu ellerine yüzlerine bulaştırmalarını oldukça tempolu biçimde aktaran maceralı bir roman.(zaten kemal tahirin birkaç 'mayk hammer' romanı yazdığını ve aksiyona hakim olduğunu malum)
öncelikle kimdir bu 'ittihatçılar' bi ona bakalım.
osmanlının son günlerinde sultan abdülhamidi devirmek amacıyla gizli bir örgüt olarak kurulan,genelde asker kökenli kişilerden oluşan,milliyetçi ve batılılaşma yanlısı (burdaki batılılaşmadan kasıt batı ulusları gibi güçlü bir ulus olma amacı daha çok) bir siyasi oluşum.komitacılık dahil her türlü siyasi araca başvurmuş gözü kara 'bıçkın' abiler.uzun yıllar yeraltı örgütü olarak çalışmlarından ötürü ajanlık majanlık gibi işlerde ustalaşmışlar.iktidarda kaldıkları 1913-1918 yılları arasıda genelde anadolunun türkleşmesi ( daha homojen bir yapıya kavuşturulması) ve milli bir burjuva yaratma amaçları peşinde koşmuşlar.birinci dünya savaşına yanlış tarafta girmişler bir de milliyetçi politikaları osmanlı araplarının bir kısmını da devletten uzaklaştırınca elimize koca imparatorluktan kala kala bir tek anadolu kalmış,onu da ne güçlüklerle elde tuttuğumuz malum.yani adamlar memleketi kurtarmak için yola çıkmışlar ancak neredeyse tamamını kaybediyorlarmış.( ittihatçıların henüz 1916 gibi erken bir tarihte ittifak bloğunun yenileceğini anlamaları ve anadoluda gizli silah depoları kurmaları,eşrafa kendilerini sevdirmeleri sayesinde anadoluda bi taban elde etmeleri ve kurdukları "network"u kurtuluş savaşı sırasında millici kuvvetler emrine vermeleri hatalarını biraz olsun hafifletmiştir yine de.yani kurtuluş savaşnın kazanılmasında biraz rol sahibidirler)
neyse toparlayacak olursak.osmanlının son günlerinde iktidarda olan ittihatçıların önemli bir kısmı birinci dünya savaşının kaybedilmesini takip eden günlerde yurt dışına kaçıyorlar.geride bir avuç ittihatçı kalıyor.küçük ama etkili bir grup.yeni kurulan rejimde kendilerince hakettiklerini düşündükleri görevleri alamayınca biraz kırgınlık oluşuyor tabi.sonra içlerinden  bir gurp sanırım bu suikast olayını düzenliyor.
biraz daha toparlacak olursak.roman izmir suikastini anlatıyor.okuması zevkli.tarih meraklıları için güzel ayrıntılarla dolu.diziyi henüz izlemedim.izleyince onunla da ilgili yazıciim.
güç sizinle olsun.