24 Aralık 2013 Salı

The Civil Wars - Dance Me to the End of Love (slide show)

serhat balıkçı ve dünya

bu aralar dünyadan soyutlamış durumdayım.toki kayabaşındaki evimde inzivaya çekilmiş biçimde yaşıyoru.,hani her gün işe gidip geldiğimi saymazsak.bazen oturup bir hayao miyazaki filmi izliyor.bazen tarih ya da siyaetle ilgili bi kitap okuyorum.
yapacak şeylerim sınırlı.iş ile ev arasında sıkcı bir mekik dokumadan ibaret hayatım.aslında ben böyle bi hayat hayal etmemiştim.ama kim hayal ettiği hayatı yaşıyor ki
kafkanın kanun önünde diye bi öyküsü vardır.adam yıllarca bi kapının önünde bekler.yaşlanır.sonra kapı açılır adam kabul edilir.sonra şöyle düşünür bunun için mi bunca sene beklemişim?
aslında şu aralar yaşamamım bana tam da bu adamın düşündüklerini düşündürtüyor.
siyaset ve tarih üzerine kitaplar ookuyorum dedim e peki sonuç? evet tarih gerçekten bir deniz ve siyaset,siyaset ise her zaman bildiğimiz gibiymiş pek değişen bir şey yok.siyaset,bütün siyasi aktörleri kast etmiyorum elbet ama tarih boyunca bi samimiyetsizlik duygusuyla beraber gitmiş
kafa karıştırı söylemler,ayak oyunları,iftiralar,özetle siyaset -tamamen bundan ibaret demek istemiyorum ama- tarih boyunca tam bir kurtlar sofrası olagelmiş
e peki neler oluyor başka hayatım da.öncelikle yeni bir aşka yelken açtım mutluyum.yaptığım işle ilgili şikayerlerim her zamanki gibi devam ediyor.müzmin bir tembelim evet.bu aralar sık sık sanatla ilgilensem mi acaba diye düşünüyorum,kısa hikayeler yazma,belki resme geri dönme,ya da sinema ve fotoğrafa.ama öyle sıkıcı bir hayatım var ki herhangi bir şey üretebileceğimi sanmıyorum
gelecek ne gösterecek bilmiyorum sadece yuvarlanıp gidiyorum

yeni başlayanlar için faşizm

tarihte faşizm kadar geniş anlamlara gelen başka bir sözcük görülmemiştir.hani neredeyse 'pis' 'kötü' 'kaka' ve benzeri sözcükler ne kadar geniş anlamda kullanılıyorsa faşizm de o kadar geniş anlamlarda kullanılaiblir.
herkesin üzerinde fikir sahibi olduğu bi faşizm tanımı yoktur.ve ucundan tutup her yöne çekilebilir bu sözcük
ancak herkesin üzerinde mutabık olduğu bazı yönleri var faşizmin kuşkusuz
en öenmlisi faşizm genellile askeri yönü olan bişeydir.gerçek anlamda ilk modern diktatör sayılabilecek napolyondan bu yana -yaşadığımız modern çağın fransız ihtilaliyle başladığını düşünürsek- faşist diktatörler az ya da çok askeri bir kimlikle ortaya çıktılar.militarizm faşizmin aytılmaz bir parçası oldu.neredeyse bütün faşist diktatörler ucundan ya da kenarından da olsa akeri bi alt yapıya sahipti.öyle olmasalar bile genellikle haklarında öyle bi geçmiş uyduruldu
ikinci ortak kabul faşizmin bir baskı ve zorbalık rejimi olduğudur.tiranlık veya diktatörlük faşizmle neredeyse eş anlamlı sözcüklerdir.ancak antik yunanda ortaya çıkan bu kavramlar ilk başlarda günümüzde kullanılandan oldukça farklı anlamlar içermekteydi.öncelikle diktatör ya da tiran halkın savaş durumu vb kriz durumlarında haklarını ve yetkileri 'belli bir süreliğine' teslim ettiği kişilerdi.ancak modern diktötörlüklerde durum oldukça farklıdır.modern diktatörler bi kere geldiler mi gitmez bilmezler.hatta işi o kadar abartılar ki -suriye ırak koıre gibi ülkelerde örneğini görüdğümüz biçiminde- kendilerin sonra ülkeyi çocuklarına bırakırlar.bu babadan oğula geçen diktötörlük orta çağın monarşilerine benzetilebilir ancak bu geleneksel idare biçiminin modern faşist diktötörlüklerden farklı bi toplumsal ve siyasal alt yapısı vardır.modern diktatörlükler her şeyden önce sıkı sıkıya kenetlenmiş bir siyasi grupla hareket ederler.monarşilerde bu durum yoktur.yani modern diktatörlükler sonuna kadar 'politikleşmiş'tir
şimdiye kadar hemen hemen herkesin üstünde fikir birliğine vardığı iki temel yönünü bulduk faşizmin.militarist yön ve güçlü bir siyasi parti
ancak bu iki yöne de sahip ancak herkes tarafından faşist olarak tanımlanamayacak idareler de yok mu? egvet var.o zaman faşizm bu ikisini de kapsayan ancak bunlardan daha fazlası olan bir şeydir diyebiliriz
gelelim üçüncü yönü bulmaya
bazı teorisyenler faşizmin kapitalizmin çirkin yönü olduğunu söyler yani kapitalist ekonomiler krize girdikleri zaman faşizme dönüşürler.aslında tutarlı bir öenerme gibi gözükse de büyük eksikleri var.birinci dünya savaşı sonrası italya ve almanyada faşizm iktidara gelirken mesela neden ingilterede gelmedi,ya da onu geçtim neden fransada gelmedi.fransa da en az almaya ya da italya kadar ekonomik darboğazla karşı karşıyaydı.ya da tersten bakalım geçmişte ve günümüzde latin amerika gibi üçüncü dünya ülkerine faşist olarak tanımlanan onlarca idare gelip geçti.ancak bu ülkelerin çoğu bırakın kapitalist ekonomi aşamasını tribal düzenden feodaliteye yeni yeni geçmişlerdi.yani belki bu ülkerelerin kendi ürettiği bişey değildi faşizm onlara dışardan ihraç edilmişti,belki bu yüzden faşizmin bi alt başlığı muz cumhuriyeti faşizmi ya da üçüncü dünya ülkesi faşizmi olarak ele alınıyorlar.ancak kesin olan bi şey var ki her modern kapitalist ülke ekonomik ya da sosyal sıkıntılar yaşadığında faşizme geçmiyor.
din ve ırk vurgusu
evet biraz kafamız karıştı.ancak düşünmeye devam edelim.faşist ülkerin çoğunda sola karşı önü alınamaz bir nefret,abartılmış sağ düşünce,zaman zaman ırkçılık ve olmazsa olmaz militarist bin yön olduğu muhakkak.özellikle latin amerika ülkerinde buna bir de din boyutunu ekleyebiliriz
aslında herkesin üzerinde fikir birliğine vardığı bir faşizm tanımı olmasa da faşizm ortaya çıktığı ülkenin şartlarından etkilendiği,her ülkede farklı bir yüzü olduğu hemen hemen herkesin üstünde fikir birliği sağlayabileceği bir gerçek
mesela almanya ırk vurgusu italyadakinden daha ön planda,ya da ispanya gibi latin ülkerinde geleneksel yapıyla iç içe geçmiş bir faşizmden söz edilebilir
aslında işin en başına dönmek gerekirse,italyada faşizmin ortaya çıktığı şartları incelemek lazım.birinbci dünya savaşı yeni bitmiş,savaş başladğında sokaktan alınan sıradan insanlar birer ölüm makinasına dönüşmüş,sonra savaş bitince hiç bişey olmamış gibi sokağa geri salınmışlar.yaşadıkları korkunç travmayı ucundan kenarından bile hissetmek zor.militarsit duygular kabarmış.askerlik yapmış biri olarak şunu söyleyebilirm.orduda belki başka hiçbi yerde yaşamadığınız bi yoldaşlık,bi kaynaşmılık duygusu hissedersiniz.yaşadığınız çatışmaların şiddetine göre değişir tabi bu durum,ancak silah arkadaşlığı duygusu gerçekten önemli bir bağdır ve kolay kolay unutulmaz.öfkeli birinci dünya savaşı gazilerinin sivil hayatta yaşadıkları boşluk duygusunu kelimelerle ifade etmek bile zor.evet faşizm böyle toplumsal bir taban üzerinde şekillendi,sokaktaki sıradan adam üzerinden.sokaktaki travma sonrası stres bozukluğu yaşayan milyonlarda adam.gelgelim işin biraz da felsefik boyutuna,yirminci yüzyılın başlarında ortaya çıkan fütürizme.fütürizm özellikle italyan sanat dünyasında hakim olan,giderek makineleşen dünyada bi anlam arayışı,yıkıp dökücü bi başkaldırıydı.fütürist şiilerde sık sık makinalı tüfekle biçilen çayırlar,oluk oluk akan kanlar,yıkılan yakılan şiirlerle ilgili dizelere rastlarsınız.yıkıcı türden bir anarşizme benzetilebilir.özetle yeni bi biçim yeni bir dünya arayışıdır.ama şiddet yoluyla.faşizmin kuruluşuna oldukça öenli katkıları olmuştur.tüm bunların yanında aslında faşizmin karpitalizmel komüniszm arasında yeni bir yol arayışı olduğunu unutmamak lazım.her ne akdar sol kesim faşizmi kapitalizmin kabaşalmış biçime, 'burjuva demokrasisi'nin sıkışında takındığını çirkin yüz olduğunu söylese de faşizm başlangıçta komünizm ve kapitalizm arasında yeni bir yol arayışı olarak ortaya çıktı.bu üçüncü yolcu yapı italyada ortaya çıkan faşizmin ayrılmaz bir parçacıydı,hem komünist hem kapitalist ekonomik düzeni reddeden faşizm vücutçu ekonominden yana,eşitlik temelin de olmasa da yine de kaynaşmış bir toplum düzeninden yanaydı.iktidardan düşürülünceye kadar da mussolini vücutçu ekonomiyi geliştirmek için sürekli reformlar yaptı.-aslında sicilyda mafyayı bitirdi,tarım alanında önemli reformlar yaptı kooperatifçilik geliştirildi,pek çok eleştirilen yanı olsa da bazı güzel işler de yaptı
evet italyan faşizmi sonuna kadar militarsitti,sola karışı onulmaz bir nefretle muzdaripti,ancak karma ekonomiye benzetilebilecek ekonomi modeliyle italyayı bi nebze kalkındırdı
dikkat çeken bir diğer yanı ırk vurgusuydu.yani aslında ırk vurgusunun olmamasıydı.faşizmi genellikle işgalci alman ordularıyla tanıyan dünya faşizmle ırkçılığın neredeyse eş anlamlı olduğu düşünür,ancak esasında italyan faşizminde ırk vurgusu hemen hemen hiç yoktur.yüceltilen,neredeyse tapılan bir devlet ve lider vardır,savaşmayı kutsamak vardır,kan ve ölüm vardır,militarizz vardır,imparatorluk kurma hayalleri vardır,ama gel gelelim bi kaç satır dışında ırk vurgusu hemen hemen hiç yoktur

troçkizm üzerine

geçen gün george orweelın kitabını bitirdikten sonra oturup şöyle düşündüğümü hatırlıyorum.adamın kitapları iyi hoş da türk okuyucusu bundan pek bişey anlamaz. basit bi 'sistem eleştirisi' gözüyle bakar en fazla diye düşnüdüm.ama altında yatan düşünce sisteminin ne olduğunu pek bilmediği için sonuçta yine de pek bişey anlayamaz diye düşündüm.troçkizm dünyada özellikle latin amerika abd gibi yerlerde daha çok görülen bi siyasi akım.orwellin yazdıkları da genelde troçkizm bağlamında ele alınabilecek şeyler.yani bu siyasi akımdan bihaber okunduğunda dediğim gibi sadece bi eleştiri taşlama gibi bişey olarak okunur adamın kitapları.aslında daha önce katalonyaya selma ktabından bahsettiğim yazıda olayın biraz üzerinde durmuştum.ama yine de baştan anlatma gereği duydum.bilirsiniz türkiyede sol yetmişli yıllarda neredeyse binbir parçaya bölünmüş haldeydi.zaten bu yüzden 12 eylül bu kadar kolay başarıya ulaştı.ülkemizde enver hocacıdan kim il sungçuya afrikadaki bilmem ne sosyalist ülkesinin liderinin takipçilerine kadar binlerce sol grup vardı.birbirlerinden öleysiye nefret eden bu sol grupların ortak olarak nefret ettikleri tek sol grup troçkistlerdi.ki böyle bi grup bildiğim kadarıyla ülkemizde yoktu.yani ülkemize hiç bi zaman girmemiş bi siyasi akım.girse de henüz ciddi anlamda taraftar topladığını sanmıyorum.bu pek bilinmeyen adı genellikle olumsuz manalar çağrıştıran troçkizm nedir ne değildir bi bakalım isterseniz.
hikayemiz yirmili yıllara kadar uzanıyor.lenin öldükten sonra troçki ve stalin arasında kısa sürel bi iktidar çekişmesi yaşandı.oyunu stalin kazandı.torçkiyi sürgün etti.buraya kadar her şey sıradan seyrinde ilerliyor.her ülkede olabilecek siyasi çekişmelerden bahsediyoruz.troçki yurt dışına çıktıktan sonra -ki bi dönem büyükada da konaklamıştır- sovyet rusyadaki yönetimi eleştiren yazılar kaleme almaya başladı.etrafında geniş bir taraftar kitlesi toplandı.başta sadece basit küskün sosyalistler olarak tanımlanabilecek troçki ve yandaşları zamanla basit bir küskünler hareketi olmaktan çıkıp büyük bi siyasi harekete dönüştüler.ve fikirleri beğenin ya da beğenmeyin kendi içinde tutarlı ve durup bunlar ne diyor diye düşündürecek cinstendi
troçkistler ile stalinistler arasındaki en büyük fikir ayrılığı stalinin tek ülkede sosyalizm tezi üzerineydi.troçkisler stalinin komuşu kaplitalist devletlerin hışmını üstüne çekmemek onlarla iyi geçinmek için böyle bi siyaset takip ettiği ortadaydı.ancak yapısı itibriyle enternasyonalist olan marksist düşüncenin tek ülkede sosyalizm teziyle bağdaşmadığı da ortadaydı.yani ortada temek teorik ve yapısal bi uyuşmazlık vardı.troçkistler bu konuda haklı sayılırlardı.ancak gündelik siyaset içinde ilklerin ne derece de tamı tamına uygulanabileceği de ayrı bir tartışma konusu elbet
ikinci ve en büyük eleştirileri kanımca stalinin izlediği politikalarla devrimi durağanlaştırdığı düşüncesiydi.burada da kısmen haklıydılar.evet devrim sürekli olmaktan çıkıp tek bir ülkede kalırsa belli bir zaman sonra sıkıcı bir sosyalist devlete dönüşür,marksist ideallerde yaşayan sınıfsız komünist topluma asla geçilemezdi.troçkistler kendilerini sol kanat marksistler olarak görüyorlardı yani sürekli ilerlemeden yana.stalini ise sağcılaşmakla suçluyorlardı.hatta sürekli devrim teorisi ter edilirse sosyalizmin bir süre sonra devlet kapitalizmine dönüşeceğini ileri sürüyolardı.kendi içlerin teorik anlamda tutarlıydılar.
peki ne olduda kendi siyasi cenahları yani sol içinde adları neredeyse ajanlıkla eş anlamlı kullanılmaya başladı ve bu kadar nefret topladılar.
en büyük eleştiri sovyet rusya bu kadar zor durumdayken etrafı bu kadar çok düşmanla çevriliyken troçkistlerin tutup teorik tartışmalarla hizipçilik yaparak solu içten bölmesiydi.stalinist çizgi işi biraz daha ileri götürüp onları ajanlıkla hatta sabotajcılıkla suçladı.orwellin anılarından ya da dönemle ilgili okuduğum kitaplardan yola çıkarak ikinci eleştirinin biraz abartılı olduğu ancak ilk eleştirinin biraz doğruluk payı içerdiğini söylemeliyim.
sovyet rusya yıkıldıktan sonra troçkistler gördünüz mü biz haklı çıktık demeye başladılar.işte devrim sürekli olamaktan çıkar,amacından saptırılır sıkcı bürokratik bir devlete dönüştürülürse işte böyle yıkılır gider dediler
tarih kimi haklı çıkardı açıkçası söylemek zor
ancak emin olduğum bişey var.türkiyede shp çizgisi dışında sol bi hareketin oncu ya da buncu olsun,çok ciddi toplumsal bir travma ya da dönüşüm yaşamazsak kısa vadede deniş bir toplumsal taban bulabileceğini düşünmüyorum.aslında siyasi tartışmalar bana her zaman çok sıkıcı da gelmiştir.
özetle orwell ve eserlerinin dayandığını fikri alt yapıyı anlatmaya çalıştım biraz.edebiyatı biraz da bu açıdan okumak zaman zaman eğlenceli ve öğretici oluyor
iyi okumalar

23 Aralık 2013 Pazartesi

zenit

yaşayan bir klişeyim.retro modasına uyarak gidip analog bir fotoğraf makinasına aldım.sirkeciden hayyamdan.bazı dükkan sahiplerinin ısrarla başka makinalar tavsiye etmelerine karşın klişeyi tamamlamak adına ben illa ki zenit isterim dedim
küçükken sinema ve fotoğrafçılığa meraklıydım,hatta öğretmen olmak için ilk üniversitemi bırakmasaydım belli iletişimle ilgili bi sektörde çalışıyordum şu an
neyse biraz geçmişe dönmüş oldum
sanatla ucundan da olsa tekrar bi hasret giderdim




































gelin tanış olalım

bütün takipçilerimle daha çok kaynaşmak adına yeni bir proje başlatıyorum.adı gelin tanış olalım.ilk adım olarak bütün hesaplarımın bir arada bulunduğu bir sayfa yaptım
http://about.me/serhatbalikci
henüz tumblr hesabı açamadım aslında vardı da kapattım
ilerde amatör bi edebiyat dergisi filan çıkartabiliriz belki

katalonya'ya selam



ispanyollar akdenizli bir millettir.çabuk sinirlenirler,vurup dökerler,sonra sinirleri çabucak geçer.tarih boyunca kimi zaman bi kontun dalavereleri kimi zaman bambaşka nedenlerle (aslında bu nedenlerin çoğu ispanya tarihinin diğer avrupa uluslarının tarihinden biraz farklı seyretmesinden kaynaklanır,örneğin reform ispanyaya hiç uğramamış,avrupada hakim siyasi düşüncelerin bir kısmı ülkeye çok geç ulaşmıştır.hani tarih kendini tekrar eder diye bi laf vardır ya aslında tarih kendini tekrar etmez sadece her ülkede aynı anda yaşanmaz,yani kimi ülke orta çağdayken diğeri yeni çağa çoktan geçmiş olabilir,tarih izafidir) sık sık kendi aralarında savaşa tutuşmuşlardır.bunlardan sonuncusu ve en bilineni 1936-1939 yılları arasında yaşananıdır.sıklıkla ispanyol iç savaşı diye adlandırılan bu savaş aslında 4. ya da 5. ispanyol iç savaşı filandır.
peki biz ve dünyanın geri kalanı neden bu sonuncusunu daha sık bilmekteyiz.ya da diğerleriyle ilgili hiç bi film çekilmezken sonuncusuyla ilgili bu kadar çok film çekilmiştir?ya da bu kadar çok kitap yazılmıştır.
gelin önce yirminci yüzyılın başlarına dönelim.1917'de tarihte sosyalistler tarihte ilk defa bir ülkede iktidarı ele geçirdiler.büyük devletler ortak düşmanları sosyalistlerin bu hareketini önleyebilmek adına pek az şey yapabildi çünkü o sırada birbirlerini boğazlamakla meşguldüler.(bknz:1. dünya savaşı) sosyalitler kısa sürede çarlık rusyasının bütün kurumlarını ele geçirip iktidarlarını sağlamlaştırdılar.önlerinde hem teorik hem de pratik anlamda geçmeleri gereken sorunlar vardı.leninin ölümünden sonra ülke kısa süreli bi iktidar boşluğu yaşadı.ardından stalin yönetimi kısa sürede toparlamayı başardı.rakini troçkiyi sürgüne göndererek ülkeyi demir yumrukla yönetmeye başladı.sosyalistlerin önündeki ilk ve en önemli sorun şuydu:devrimi başka ülkere taşımalılar mıydı yoksa sadece kendi ülkeriyle rusyayla mı ilgilenmeliydiler? bekara karı boşamak kolay troçki devrimi ihraç etmeliyiz görüşünü savunuyordu.ama kaybedecek bişeyi yoktu.stalinin ise yönetmesi gereken bi ülkesi vardı.ve etrafı düşmanlarla çevriliydi.neredeyse bütün dünyanın gözü sovyet rusya üzerindeydi.çünkü dünyadaki bütün iktidarlar için ortak düşmandı sovyet rusya.stalin ikinci görüşü benimsedi ve tek ülkede sosyalizm politikasını yürürlüğe koydu.devrimi başka ülkelere ihraç etmeye hiç gerek yoktu.zaten rusyayı parçalamak için çoktan harekete geçmiş büyük devletlere başka devletlerinde katılması rusyanın işene gelmezdi.aslında stalin sol kesim içinde çokça eleştirilmesine neden olan bir biçimde büyük kapitalist devletlerle iyi geçinme politikası yanlısıydı.hatta yapabilirse onları birbirine karşı kışkırtmaya deyim yerindeyse iti ite kırdırmaya çalışlıyordu.zaman zaman fransayla zaman zaman almanyayla yakınlaştı.ama bütün hamleleri tamamen 'politik'ti.hiç birine karşı gerçek anlamda bir sevgi ya da muhabbeti yoktu.
gelelim ispanyaya.efendim aslında sıkça kullanılan yanlışlardan biridir bu insanlar ispanya iç savaşını genelde bir komünist faşist kapışması olarak görür.aslında durum kısmen bunu da barındırmakla birlikte görünenden oldukça farklıldır.ispanyada krallık otuzlu yılların başlarında kaldırımış yerine cumhuriyet kurulmuştur.daha sonra ılımlı bi sol hükümet kurulur.eski rejim yanlısı subaylar ayaklanır.aslında ne yeni kurulan hükümet komünist veya sosyalisttir,ne de ayaklanan subaylar faşisttir.general franco ve yanlıları olsa olsa en fazla gericidirler.hani sol jargonla söylemek istesek.yani adamlar monarşinin tekrar kurulmasını,katolik kilisesinin daha da güçlendirilmesini isteyen gelenekçi adamlardır.büyük toprak sahiplerinin de desteğini almışlardır.ama bu onları avrupadaki sanayileşmiş ülkelerdeki faşist partiler gibi bi oluşum yapmaya yetmez.hani en fazla aşırı sağcı denilebilir denilse denilse bu adamlara.çünkü faşizm ve nazizm bu gelenekçi sağdan bambaşka bir sağ anlayıştır ve dayandığı toplumsal dinamikler bambaşkadır.gelelim cumhuriyetçi hükümete.adamlar bırakın komünizmi sosyalist olarak bile tanımlanamazlar.sosyal demokrat gayet naif bi politika yürüten adamlardır.yani en başta ispanyol iç savaşı denilince akla gelen komünist-faşist savaşı yanlış algısını düzeltip devam edelim
gelelim orwellin kitabına.orwell sol içindeki daha önce bahsettiğimiz troçkist-stalinist ayrımında troçki görüşlerine daha yatkın,stalin denetimindeki ispanyol komünist partisinin önce bi savaşı kazanalım sonra devrim yaparız politikasına şiddetle karşı çıkıyor.ama körü körüne bi şeye inanan bi adam da değil,kitapta bazen belki karşı taraf daha haklıydı ama bu kadar da üstümüze gelmeselerdi keşke gibi bikaç cümle kurduğunu okumak mümkün.ama sonuçta siyaset çok çirkin bi mecra,güzel amaçlarla,dünyanın en ahlaki amaçlarıyla yola çıksanız da bir süre sonra 'politik' davranma ihiyacı oluşuyor ister istemez
kitaba geri gelmek gerekirse.özetle hikayesi şu.orwell ispanyaya gider.amacı gazeteciliktir.bazı kaynaklarda değildir de deniyor emin değilim diyelim ki öyle.general franco solcu hükümete karşı ayaklanmış,hükümet çareyi arasıın aslında pek de iyi olmadığı sendikalardan yardım istemek de bulmuş.'marjinal' solcuları silahlandırmış.-sonra onlar vasıtasıyla ayaklanmayı bastırmaya uğraşırken bir yandan yeni bir düzenli ordu kurmaya çalışıyor tabi. -orwell bu atmosferden,tamamen amatör ve gönüllü kimselerden oluşan bu birliklerden etkilenir ve bunlardan birine katılır,amacı her geçen gün büyüyen hitler ve yandaşlarına artık bir yerde dur demektir.ve çok geçmeden düşündüğü pek çok şeyin aslında öyle olmadığını fak eder
siyasi fraksiyonlar arasındaki nefret faşizme olan nefretle neredeyse eş durumdadır.sol kesim bölünmüş ve parçalanmış haldedir.zaman zaman savaş kuralları ihmal edilmektedir-çocuk askerler kiliselerin yağmanlanması vb
özetle durumun bulunduğu yerin pek de düşündüğü gibi bi yer olmadığını anlar.siyasetin çirkin yüzünü sonuna kadar görür hisseder ve yaşar
stalinden emir alan komünist parti önce savaşı kazanalım sonra devrim yaparız görüşündedir.aslında bir yere kadar onlara hak da verir.ama asıl amaçlarının radikal sol unsurları siyasetten soyutlamak olduğunu anlar.batılı ülkeleri pek korkutmamak adına -belki ilerde hitlere karşı onlarla ittifak kurmayı düşünüyordu rusya çünkü- romantik ve radikal sosyalistlerin,anarşistlerin,sendikalistlerin hükümet ve komünistler tarafından tutuklanması bardağı taşıran son damla olur.orwell kalbi kırık biçimde ispanyadan ayrılır.stalin rusyasının devrimi sattığını düşünür orwell.daha sonra yazacağı pek çok eserde ispanyada görüp yaşadıklarından izler vardır.-1984,hayvan çiftliği-
solcuların iktidara geldikten sonra sağcılaşmalarını sık sık eleştirir hayatı boyunca.çiftliğin yönetimini ele geçiren domuzların bir süre sonra insanlaşmaları gibi alegorilerle anlatır bunu bazen,bazen de daha doğrudan,1984'te olduğu gibi.
iktidarını ne pahasına olursa olsun koruma içgüdüsü körü körüne itaat bu ve buna benzer şeyler
orwellin eleştirilerinin siyasi karşılığı troçkizm olarak karşılığını bulur.ama tam olarak da bununla sınırlandırılamayacak kadar derindir eleştirileri
gelelim benim düşüncelerime.sovyet rusyanın o dönemde etrafında giderek daralan çemberi krımak için zaman zaman liberal demokrasilerle iş birliğine gitmesi zannımca çok da esefle kınanacak bi durum değil.bi ideolojinin bir ülkenin korunması ve geleceğe aktarılabilmesi için bazen düşmanınla bile işbirliği yapabilirsin bence.sonuçta 'reel' siyaset romantik ahlaki artık adına ne diyorsanız kitaplarda yazan güzel sözlerle pek yürümüyor
ama bunu yaparken kendi içindeki insaların bu kadar üzerine gidilmeseymiş sol içinde bu kadar büyük küskün bi kitle yaratılmasaymış daha iyi olurmuş
yani sosyal demokrat ispanyol hükümetinin imajı yurt dışında bozulmasın diye ispanyol sosyalistlerine ya kardeşim siz de devrimi sonraya erteleyelin denmeseymiş onların da biraz gönlü alınsaymış ne bileyim siyaset gerçekten zor iş her ülkenin kendine göre bi geçmişi var belki mbu yüzden pek çok şeyi anlamakta zorlanıyoruz
mesela ispanyol iç savaşıyla ilgili filmlerde ya da kitaplarda en çok ilgimi çeken şeylerden biri ispanyol solundaki kilise nefreti olmuştur.tamam belki marksizm ya da anarşizmin dinle arası pek yoktur bunu anlarım ama topyekün bütün kiliselere saldırmak isa heykellerini kurşunlamak
başka bi ülkede bunun benzerini görmedim.latin ülkerinin pek çoğunda da.-belki biraz meksikada-
dediğim gibi her ülkenin kendine has siyasi bi atmosferi var.orwell kitapta biraz da bunları da anlatmak istemiş.sık sık gazete binalarında oturmuş savaşı yazan gazetecilere kızıyor.gelp görmeden yaşamadn savaşı anlatmaya çalışıyorlar diye
özetle kitap bi dönemim ruhunu yakalamak anlamında çok başarılı.bizzat birinci elden tanıklık sunuyor bize.okumadan önce biraz o dönemin genel siyasi atmosferi de bilirse hiç sıkılmadan okunacak güzel bir kitap
iyi okumalar

16 Aralık 2013 Pazartesi

insandan sonra

uzun zaman önce,henüz insan olduğum günlerde yaptıklarımı düşünüyorum.şimdi çoğunuz bilmez belki insan kelimesinin anlamı.çok uzun zaman önceydi.henüz çok gençtim.biz insanlar,nasıl tarif edeceğimi bilmiyorum,konuşan hayvanlara benzeyen canlılardık ve evet gerçekten de ne çok konuşurduk...bencil zayıf yaratıklardır,buna karşın ahlak denilen bir duygu geliştirmiştik.zıtlıklarla dolu canlılardır.hem birbirimizden ölesiye nefret eder,birbirimizin arkasından iş çevirir,akla gelmez kötülükler yapar sonra da pişman olur günah çıkartıdık.bu da bizim iki yüzlü ahlak anlayışımızın bir parçasıydı belki.yaşantımıza yön veren üç katlı bir kişiliğimiz vardı.en altta ilkel hayvani duygularımız,açlık,üreme duygusu,saldırganlık ve savunma güdüleri,bunların üstünde sürekli iyiyi güzeli kusursuzu arayan bir başka yanımız,kişiliğimizin ahlaki yönü vardı.felsefe,din,gelenekler kişiliğimizxin bu yönüne hitap ederdi.sosyal canlılar olarak yaşamamızın sonucunda belki de böyle bir yan yaratmıştık.ilkel dürtülerimizle ahlaki yanımız,vicdanımız arasında denge kurmaya çalışan esas kişiliğimiz yani egomuz vardı.bütün gelişme çabalarımıza karşın hala çok büyük bir eksiğimiz vardı.empati.evet bazı şeylerin doğru bazı şeylerin yanşlış olduğunu biliyorduk.ama yanlış şeyleri yapmaktan bizi alıkoyan güçlü bir güdü geliştirememiştik.karşımızdakine zarar veriyor,sonra vicdanımız bize acı vermeye başlayınca gidip günah çıkartıyor,bir tapınağa bağış yapıyor,inandığımız din ya da felfese neyi emrediyorsa gidip onu yapıyor,sonra rahatlıyorduk.ancak yaptıklarımız insanlara ve doğaya verdiğimiz zararı yok edemiyorduk.çünkü zihinlerimiz arasında henüz yereti kadar güçlü bir bağ kuramamıştık.başkasına başka şeylere tattırdığımız acıyı hissetmiyorduk çünkü.
daha sonra gezegenimizi yok ettik.gerisini biliyorsunuz zaten

14 Aralık 2013 Cumartesi

kendini boğaz köprüsünden atmamak için bikaç iyi sebep arayan adam ve düşündürdükleri

hikaye tam olarak ne zaman başladı söylemek zor.ama çok küçük olduğunu hatırlıyor.altı yedi yaşında bile hayatın acı çekmek anlamına geldiğini düşündüğünü ve daha ne kadar acı çekeceğini düşündüğünü hatırlıyor.artık kimyasal ya da genetik bir nedenden mi emin olmamakla birlikte.
tahminleri doğru çıkmıştı.hayat gerçekten acıdan ibaret bişeydi.elinden geldiğinde acıyı azaltmaya çalışarak geçirmeye başladı günlerini.hani mutluluk düşüncesi biraz klişe biçimde olacak ama hayal gibi bişeydi onun için.
berbat bi hayatı olmuştu gerçekten.lisede hiç sevgilisi olmamaıştı mesela.ya da sırt çantasını arkasına atıp hiç bi üniversite kampüsünde gezinmemişti.tatile bile çok ender çıkmıştı bütün hayatı boyunca.pek arkadaşı yoktu.çoğu insan için son derece doğal ve basit şeyler onun için gerçekten yabancıydı.17 yaşında evden ayrılmış hapishane hayatından pek de farklı görmediği hayatı başlamıştı.yıllarca ordan oraya sürüklenip durmuştu.doğru düzgün bi iş bulması on senesini almıştı.bazı insanların yıldızı doğuştan düşük olur derler.belki o öyle insanlardandı.
acıyı hafifletmek... neler denemedi ki bunun için.son bikaç aydır kredi kartından deli gibi harcama yaparak  bişeylerin eksikliğini doldurmaya çalışıyor.bilgisayar oyunları.işten rapor alıp kaytarmalar.uzun uzun uyumalar.anti depresanlar.alkol.arabayla boş boş turlamalar.alışveriş merkezleri.aslında pek tanımadığı ve aslında pek de sevmediği insanlarla yalancı arkadaşlıklar.filmler.biraz kafasını topladığı zamanlarda da bazen belki bikaç kitap okumak.televizyon dizileri.spor.politika.aklına gelmeyen daha bi dolu şey.hatta bir keresinde amatör fotoğrafçılığa bile merak saldı.ama bütün bu şeyler bırakın en ufak bi mutluluk hissi vermeyi,acısını biraz hafifletmedi bile.aslına bakarsanız hayatı büyük bi travmaydı.kolay değil tam on senesini olmayacak işler peşinde harcamış,sıfırı tüketmiş,yaşlanmış ve yorulmuştu.pek çok şey artık geri gelmemek üzre terk etmişti onu.bazen bu şeyleri düşünüp ağlayacak gibi oluyor.bazen aslında ağlasa belki daha iyi hissedeceğini düşünüyor.ama her şey o kadar anlamsız ki ağlamak bile ona komik geliyor.beceremiyor.bir şeye inanan insanlara imrenerek bakıyor.bazen bir mabedden çıkan insaları görüyor,yüzlerindeki huzur,hayata anlam katmamnın verdiği haklı bir gurur... böyle şeyler gerçekten özlediği şeyler.ama kocaman anlamsız bir boşluk dışında bir şey bulamıyor yalnız kaldığında.bir şeyler hissetmek için saçma şeyler yapıyor zaman zaman.aslında çok acınacak halde de olduğunu düşünmüyor.hayatı ondan kat ve kat kötü insanların yaşadığı bir dünya burası.aslında tam anlamıyla tam bir bok çukuru.çıkış olmayan iğrenç bir yuvarlak.kendi sonuna doğru delirmiş biçimde yucarlanıp giden saçma sapan anlamsız bir yer küre,ya da her ne boksa işte.dünya gerçekten anlamsız ve acı dolu bir yer.yüzbinlerce milyonlarca insan için böyle durum.ama sonuçta ondan bir tane var.bu yüzden belki de kendi sorunları onun için daha büyük.çünkü belki de en iyi hissedebildiği şey kendi sorunları işte öyle

20 Kasım 2013 Çarşamba

istanbul adlı şehirde yalnızlıktan ölmek üzere olan adam hakkında şiir

500 km ve 7 saat araba kullandıktan sonra  parfüm kokunun hala çıkmadığı tişörttüm ben
ertesi gün hala seni düşünen de bendim -ki arnavutköy dolmuşları şahitti buna-
öğretmenler odası kadar sıkıcıydı hayat
en kötüsü biz bunu bilmeden dünyaya gelmiştik
çatalca yarımadası kadar küçüktü dünya
çatalca yarımadası gibi böğrü deşilen dünya
yirmi milyonu içine sığdıracak kadar büyük ama bir kişiyi içine alamayacak kadar küçük
boynu bükük denize uzanan yarımada -ki hafriyat kamyonları şahitti buna-
ufak olamayacak kadar hiçtim
kendime bakamayacak kadar hiçtim
damperli kamyon şöförleri franz kafka okur mu diye düşünen de bendim -ki firederik niçe şahitti buna-
anlamsız olamayacak kadar büyüktü acı çekmek
ama dünya bir anlamı olabilecek kadar büyük değildi
havadan sudan sohbetler atmosferi kaplarken -ki meteroloji işleri daire başkanlığı şahitti buna-
bir gölge bir silüet gibiydi vadiler boyunca uzanıp giden şehir

27 Ekim 2013 Pazar

kayaşehirde hayat(?)



yaklaşık bir yıl önce istanbula taşındığımda herhalde bir sene sonra blog bienaller istanbul fotoğrafları sanat sergileri haberleriyle dolar taşar diye düşünmüştüm.ama her şey planladığım gibi gitmedi.istanbulun biraz dışına gelmişim.biraz da yanlış yönlerdirme ve başka sebeplerden kayaşehir tokiye yerleştim.iyice şehir dışına çıktım.istanbulla ilgim izmir beydağ ilçesinin izmirle olan ilgisi gibi.(beydağ izmir merkeze yaklaşık 20 kmdir)
aslında google earth üzerinden bakıldığında çok istanbul dışında değil gibiyim.burdan öteye hadımköy beylikdüzü esencılıs avcılar gibi ilçeler var.ama istanbulla tam olarak entegre olamamış bir yer burası.avcılardan beylikdüzünden ev tutsam herhalde daha çabuk ulaşırdım taksime filan.
toki tarzı yaşam tarzı tamamen kendine özgü.bir kere ulaşaım diye bir şey yok.devlet zaten ucuz fiyata ev veriyoruz ulaşımınızı da kendiniz çözün der gibi.kayabaşı köyüne komuşu çıpla tepeler birbiri ardına ve birbirinin aynısı bloklarla dolarken malesef ulaşım konusu es geçilmiş.bir kaç alternatif ulaşım olanağınız mevcut.sıralyla sayalım.ilk ve en işe yarar ulaşım yolu kendi arabanızla bir yere gidip gelmek.ama benzin fiyatları ve sitenin yolları buna pek imkan vermiyor.hayatımda gördüğümen zigzaklı en kavisli yollara ship bir yer on yıllık ehliyeti olan biri olarak her sabah korka korka yola çıkyıorum.(geçenlerde elim bi kaza da yaşandı.o günden sonra iyice korkum arttı)
bi de deiğim gibi benzin çok pahalı ya.en yakın yere git gel on onbeş lira gaz yakarsın.(araban tüplü bile olsa yani) bi de zaten bu muhitin insaları mavi yakalı insanlar.maaşlı çalışan bir insanın her gün otomobille işe gelip gitmesi biraz zor.mesafeler uzak.o yüzden bu yeni kurulan şehrin ulaşım açısından ciddi sıkıntıları mevcut.
ikinci alternatif ulaşım yolu market servisleri.başakşehir taraflarında onlarca alışgveriş merkezi var.hepsi ücretsiz müşteri servisi koymuş.hatta kayaşehirdeki uyum marketin bile sit içi gezen bi servisi var.insnalar müşteri servislerini minibüs niyetine kullanmaktalar.ben de uzun süre bu tip servislerle bi ana yola kadar çıkıp ordan dolmuşa binerek işe gidip gelebildim.ancak servisler biraz tehlikeli.belli saatlerde yetiştirmeleri gereken bir tarifeleri var.ve yollar en ufak bir ani hızlanmaya ya da viraja biraz keskin girmeye uygun değil.(daha önce bahsettiğin kaza bi servis aracının karıştığı kazaydı)
üçüncü alternatif ulaşım yolu belediye otobüsleri.böyle bi kovboy filmi düşünün.ısssız bir kasaba.çölden bir rüzgar esiyor.bir çalı yuvalarlanarak geçiyor.sonra uzakta çok uzakta ufuk çizgisine yakın bir yerde,ağır ağır bir posta arabası geliyor.sonra bakıyorsunuz ki bu bir serapmış.gelen giden yok.sonra bir başka çalı yine yuvalana yuvalarna başka yöne gidiyor.belediye otobüsü beklerken hissedecekleriniz aşağı yukarı bu.saatlerce bekleyebilirsiniz.bazen iki saatte bir geçiyor.sefer sayısı çok az.öğlenleri filan daha da azaltılıyor.
son alternatif dolmuş.eğer hergün işe geç kalmak ve patronunuzdan fırça yemek istiyorsanız bulunmaz nimet.bir kere dolmadan kalkmıyorlar.ya da müşteri (yolcu) çok yoksa yola çıkmıyorlar.bir keresinde gaziosmapşaya gitmek için yola çıktım.çok geçmeden bir nuri bilge ceylan filmi karakterine dönüştüm.uzun ve geniş açı bir plan.uzun uzun dolmuş geçmesini bekleyen bir adam.hayatın anlamsızlığı filan.
dolmuş beklemek için vaktiniz veya sabrınız varsa tercih edilebilecek bir ulaşım aracı.
evet yeni kurulan kentin sorunlarından ulaşım sorununa değindik.ama sorunlar sadece bununla sınırlı değil.bir kere hepsinden önce bu yeni kentin kurulduğu yer en baştan sorun.ben istanbulun her geçen gün artan konut sıkıntısının farkındayım elbette.ama yeni konut üretmenin yolu dağa taşa yeni binalar yapmak ve çevreyollarının zaten içinden çıkılmaz trafiğine onbinlerce yeni araç eklemek değil.dahası ekolojik çevrenin ve istanbulun tek tük kalan ormanlarının yok edilmesi de buna dahil.
istanbul konut sıkıntısının üstesinden gelmek yeni konut alanları açmak değil mevcut konut alanlarını ıslah etmek.çünkü ibadethane ve okul dışında bir şehri şehir yapan bütün unsurlardan yoksun kaba inşaatlar şehir kültürüne hiçbir şey katmıyor,yeni çekim alanları yaratarak zaten fazla olan nüfusu daha da arttırıyor.bazen zaten bir ya da bir kaç evi olan birine ekstradan bir ev alma fırsatı sunuyor.hepsi bu kadar.
aslında ekümenepolis belgesi bunları uzun uzun güzel güzel anlatıyor.daha fazla bu konu üzerinden durmak anlamsız.özetle istanbulun her geçen gün artan nüfusu ve bu yeni konut projeleri şehri kocaman bir ucubeye dönüştürmek üzere.(bu arada yeni açılan konut alanlarına yerleşn insanların önemli bir kısmının zaten bir ya da birden fazla evi olduğu gerçeği,ve bu projelerin evsiz insanlara ev kazandırma amacına biraz gölge düştüğü apaçık ortada)
gelelim tokideki yaşama.toki nedir?toki evi olmayan mavi yakalı vatandaşlarımızı uygun koşullarda bir ev sahibi yapmak için düşünülmüş,ve evet kağıt üstünde gerçekten işe yara gibi duran bir proje.şöyle bir dönüp çevreme bakıyorum da aslında eve toki sakinlerinin çoğu böyle köylü tipli emekçi tipli insanlar.ama bazen bir bmw ya da lüks bir jeep de görmüyor değilim.
tokiler üzerine yapılan spekülasyonlardan en çok konuşulanı bu evlerin siyasi amaçlarla dağıtıldığı.aslında çok amaçlı bir şey olduğunu sanmıyorum.evet evlerde genelde taşralı,mavi yakalı mütedeyyin insanlar oturuyor.türkiyenin geneli de bu insanlardan oluşuyor.mavi yakalı insanların çoğu da bu gruptan insalar.ee akp seçmenini çoğu da bu insanlar.yani belki ufak tefek yolsuzluklar olmuş olabilir ama tokilerin sadece "yandaş"lara dağıtıldığı ya da böyle bir amaçla yapılan bir proje olduğu iddiası biraz zayıf bi iddia.

aklıma gelmişken bir önemli sıkıntı daha var.aslında sadece kayaşehirin sorunu değil.kayaşehirin beyaz yakalı komşusu başakşehirin de önemli bir sorunu.yol yok.evet bu ilçelerin yakın ilçelerle komşu ileçerle arasında yol yok.bu da garip geliyor bana.komşu bir ilçeye gitmek için,evinizin balkonundan gözlerini kısıp bakarak görebileceğiniz yaklaşık iki km yakındaki bir yere gitmek için teme gidip dört saat yolculuk yapabilirsiniz.








26 Ekim 2013 Cumartesi

TGRT Megakente Direnen Köy Şamlar

tam olmamış gibi bir hayat,beyazıt,kayaşehir ve sevginin imkansızlığı üzerine







genç adam beyazıttaki edebiyat fakültesinin önündeki tramvay yolundan hızla karşıya geçiyordu.engellerden atlayarak.aslında biraz ileride lambalar vardı.ama orayı bilmiyordu.
ahmet bu yıl otuz yaşına basacaktı.ancak en fazla 25 filan gösteriyordu.onu görenler belki,belki değil büyük ihtimalle derse ya da sınav gibi bişeye yetişmeye çalışan bi öğrenci olduğunu düşünmüşlerdi.hayır ahmet öğrenci değildi,tam tersine öğretmendi.(artık her nasıl tam ters oluyorsa)
hayatı boyunca en favori mesleği olmamıştı öğretmenlik.hatta en sevdiği on meslek içinde onuncu sırada bile olmazdı herhalde.küçükken,büyüyünce ne olacaksın gibisinden sorulara hiçbi zaman öğretmen olucam diye cevap vermemişti.hatta büyükleri ona olabileceği meslekleri sayarken sıra öğretmenliğe geldiğinde,hayır asla dediğini gayet net hatırlıyor.(sorunblu bir çocukluk geçirmişti.öğretmenlerini hiç sevmezdi.)

öğretmenlik onun için sadece kamu hizmetine girmesini sağlayan bir meslekti.meslek seçiminde bocaladığı bir dönemde öğretmenlik ona güvenli bir liman gibi gelmiş ve bu bölümü tercih etmişti.aslında sadece ve sadece devlet memuru olmak için girmişti bu mesleğe.aslında çok geçmeden öyle bi yer olmadığını anlamıştı.ama geri dönememeişti.beş yıl boyunca kpssye girip çıktıktan sonra aslında başka bişey okusa da yine devlet memuru olabileceğini,hatta daha kolay olabileceğini anlamıştı.ama biraz geç olmuştu.

yirmili yaşların sonların nihayet sınavda başarılı olmuş (aslında her sene aldığı puanı almıştı ama o sene nispeten çok alım olmuştu) ve istediği kamu hizmetine bir ucundan girmişti.artık stajyer öğretmendi.ve üstelik hep çok merak ettiği hep görmek istediği oradaki yaşamla ya da kendi kuracağı yaşamla ilgili hayaller kurduğu istanbulda.evet biraz dışında gettosunda ama yine de istanbulda.
yeni işi zordu,her sabah güneş doğmadan uyanıyor yaklaşık bir saat otobüs yolcuğu ardından gaziosmapaşanın uç mahallerinden birine ulaşıyor,yetmiş kişilik,üstelik yetmişi de birbirinden yaramaz bir sınıfa ders anlatmaya çalışıyor,torpiile yirmibeş yaşında müdür olmuş bir adamdan sürekli fırça yiyor,işten atılmakla tehdit ediliyor,her gün sinirleri laçka olmuş bir şekilde şehrin bir diğer ucundaki toki konutlarına dönüyor,sıkıcılıktan kendi kendini bir gün asacakmış gibi duran bu yerde akşamın olmasını uyumayı ve ertesi gün tekrar işe gitmeyi bekliyordu,hani hayalini kurduğu istanbul bir kartpostaldak kadar uzaktı sanki ona.bir şehir dışılık,bir yere gidememek,beton taş ve soğuk.

aslında hayatı tam olarak böyle başlamamıştı.küçükken küçük icatlar yapmaktan,etrafı araştırmaktan hoşlanan bi çocuktu.filmlere aşıktı.gelecekte muhtemelen sanatla tarihle filan uğraşacağını düşünürdü.liseyi bitirdiğinde bu yönde bişeyler yapmaya çalıştı.ama katsayı engeli diye bi engel vardı o zamanlar.hem de ne engel.sınav kitapçığını fullese bile ancak iki yıllık bi yer tutturabiliyordu.onu da bayburt ya da ıspartada filan.derken tren yolculukları,geleceği olmayan bir hayat başladı onun için.hayalkırıklığı ve pişmanlıklarla dolu hayatının ikinci perdesi.bölüm değiştirdi.yazları kameramanlık yaptı.hayat çok zordu.maaşlar ise çok az.
devlet memuriyeti en güzeliydi.tekrar girdi sınava.öğretmenlik yazdı.yine tren yolculukları.makarna.soğuk odalar.hiçbi zaman o hayalini kurduğu amfide ders dinleyen ahmeti yaşayamadı.ahmet hep liseden bozma bi kasaba okulunda,geleceği olamyan bir şey peşindeydi.filmlerde gördüğü o "college" tadından binlerce kilometre uzakta.
hep bir olmamışlık hissiyle yaşadı.sıfırı tüketmek üzereyken memuriyet imdadına yetişti.maddi açıdan milyonları vaadetmiyordu.ama açlık çekmekten iyiydi.keşke babam zengin olsaydı diye düşündü.new yorkta sinema okumayı düşündü.
ama gaziosmanpaşada bir ortaokul öğretmeniydi.
garip bi şekilde hala ümitleri vardı.tekrar girdi sınava.hep çok merak ettiği istanbul üniversitesini yazdı.hayatında bi kerecik de olsa gerçek bi üniversitenin sırasında oturmak istedi.ve belki mümkün olursa gelecekte bir gün istediği bir şeyi yapabilmeyi.

hikayemizin başına dönecek olursak.tramvay yolundan hızlı hızlı karşıya geçen ahmete dönelim.okula girdi.yarım saat sonra dışarı çıktı.kalabalığı takip ederek bu sefer lambaların olduğu yeri keşfetti.ordan geçti karşıya.ufacık bir belge eksik diye kaydı yapılmamıştı.içinde garip bir his vardı.neden hiçbirşey istediği gibi gitmiyordu.yani tam olarak istediği gibi.
hoşlandığı kız güya istanbula gelecekti.o da onun gibi bir süredir işsizdi.kpssye girmişti.istanbulu yazsa büyük ihitimal gelecekti.yazdı da bir sürü istanbul yazdı tercihlerine.günlerce beraber tercih listesi doldurdular.şindlerin listesi gibi oldu ki ki ki diye espiriler yaptılar.uzun uzun uğraştılar.sonra tercihlerin verileği son gün gidip başa bi akhisar ekledi kız.ve akhisara gitti.
kendini mutlak bir yalnızlık ve başarısızlığa mahkum edilmiş gibi hissediyordu.ne yapsa geçmiyordu içindeki bu his.
sank tam olmamamış bir hayat yaşıyordu.


28 Temmuz 2013 Pazar

Otisabi Dizi 1. Bölüm #YANLIŞ ANLAMA


uzayımız,doksanlı yıllar mizah dergileri,istanbul ve gizemcilik üzerine

İSTANBUL'A TAŞININCA YAŞAYACAĞIMI DÜŞÜNDÜĞÜM HAYAT
 


GERÇEKTE OLAN


bu gece vaktimin büyük kısmını otisabi dizisini izlemmekle geçirdim.doksanlı yıllardan beri denk geldikçe okuduğum çizgi karakter ete kemiğe ürünmüş karşımdaydı.(kablo tv için yapmışlar-haklı olarak- bi de türk alman oyuncu timi görünce sevindim) duygularım biraz karmaşık.doksanlı yıllarda ergen olduğum günlerde mizah dergilerine gerçekten çok meraklıydım.lisede arka sıralarda oturup çaktırmadan leman filan okurduk.kimi kesimlerde genelde "cihangir entelijansiyası" olarak adledilen mizah dergisi çevreleri o zamanlar internet gibi bi medya olmadığı için pek çok şeyin yerini tutmaktaydı.geçmişle günümüz arasında bi bağ gibiydi bu dergiler.uçuk kaçık zaman zaman küfürlü bazen "underground" bazen solcu duyarlılığı gelişmiş savruk hoyrat bi ortamdı... doksanlarda çocuk olmak-yükselen yeni orta sınıf kitabında çokça zikredildiği biçimde gerçekten "yaftalayıcı" bir dili de vardı mizah ddergilerinin."babanın çizgili pijamasıyla dalga geçmek" ya da sterotip "hanzo" vb şeyler...neyse konu gerçekten yoğun.benim doksanlarda takp ettiğim mizah dergileri genelde İstanbul çevresinde geçen hikayelere sahiplik yapardı.modern çağının ilerisinde bişeyler vardı bbu dergilerde.neyse ama sonuçta kimi çevrelerin "cihangir entelejansiyası" diyerek küçümsediği tutumlarını biraz doğrulayan bi İstanbul çevresinde olma durumu biraz vardı evet.otisabi bu dönem karakterlerinden biriydi.istanbulda yaşardı çapkındı kimi zaman fazlasıyla gerçekçiydi erkeklerin gerçek yüzüyle ilgili gerçekten doğru olan pek çok şeye sahipti -tamam bütün erkekler uçkuruna bu denli düşkün demiyorum zaten bu karakter de sonuçta karikatürize bi karakter- özetle otisabi erkelere biraz olsun ayna tutan gerçekçi yönlere sahip biçizgi romandı...dizi uyarlamasını başarılı buldum.ancak anladığım kadarıyla ilk fragmanları hatırlayarak konuşuyorum başlardaki oyuncu kadrosunda değişikliğie gidilmiş.ama yine de beğendim ben diziyi.çizeri pek arkasında durmamış sonradan sanırım sadece fikrimi kullanıyorlar projenin arkasında değilim gibi bi tivitini okudum.dizi beni doksanlı yıllara aldı götürdü.bilmem belki biraz otisabinin gazına gelip beyaz yakalı bi plaza insanı İstanbul gece hayatını dolu dolu yaşayan biraz bohem bi adam olmakla ilgili hayallere kapılırdım.özellikle İstanbul hakkında hayallere.evet İstanbul o zamanlar büylü bi yerdi benim için.aslında geçen seneye kadar da öyle olarak kaldı.-istanbulu ilk kez geçen sene çıplak gözle görme imkanım oldu şimdi İstanbul benim için kocaman bi ucube şehir-
üniversiteyi istanbulda okumayı çok istedim.tercihen sanatla ilgili bi bölümde.ama babam devlet su işlerinde çalışan akşamları annemle oturup çarkıfelek izleyen düz bi adamdı,sanatla pek ilgisi yoktu ailemizin öyle çevremiz filan da yoktu böyle çok "entel" taraklarda bezi olan,zaten liseden çok düşük bi puanla mezun olduğum için puanla böyle bi bölüme yerleşmeme de imkan yoktu,özetle yazar çizer olma istanbulda yaşama vb hayallerim hayal olarak kaldı.yıllar sonra istanbula şans eseri yerleştim.otuz yaşındayım neredeyse.tek sanatsal yeteneğim flütle süper babanın melodisini çalmak.
evet doksanlar garipti.değişik hayallerim vardı.büyük oranda sağda solda okuduğum şeylerden gelen.
istanbula taşındım derken cihangir Beyoğlu filan gibi bi yerde yaşadığımı zannetmeyin.yıllarda kız kulesi adalar vb resimlerle kafamda canlandırdığım istanbulun yakınında bile değilim.arnavutköy civarlarında bi tokide yaşıyorum.türkiyeye özgü postmodern konservatif bi suburban.bir kaç km ötede inek damları olan köyler var.istanbuldaki yapılaşmanın hızı göz önüne alınırsa bu köylerde yakında yok olur gibime geliyo.istanbul gerçekten televizyondan göründüğü gibi yer değil.koskocaman çirkin bi yer.bir ka güzel tarihi yeri boğazı vb yerleri olmasa hepten yaşanmaz.
doksanlar demişken... sadece mizah dergilerinden ibaret değil doksanlar.o yıllarda severek takip ettiğim fenomen dergisini unutmamak lazım.mistik konulardan bilimkurgusal şeylerden filan bahseden bi dergiydi.antik astronotlar,daniken,zaman yolculuğu,kaybolmuş uygarlıklar...
bilimkurgusa sıklıkla işlenmiş,işlenen ve işlenecek konulardı bazısı,bazıları da gerçekten mistik ötesiydi.yeni çağ,insanlığın geleceği...kimi zaman felsefeye uzanırdı.
bugünlerde sıklıkla gördüğüm geçmişe gidip geldiğim rüyalar aklıma geliyor.lisedeki günlerime geri dönüyorum.sanırım geçmişimle yaşadığım bi hesaplaşmanın ürünü bu rüyalar.hala geçmişi kafamadan silip atamadım.belki atmam da gerekmiyor.sonuçta bunlar beni ben yapan şeyler.mizah dergileri,fantastik mistik felsefi başlıklar,karanlık kafka hikayeleri,babamın devlet su işlerinde çalışması,ilk özel televizyonlar,radyolar,radyo tiyatroları,bit pazarından aldığım kitaplar,gazetelerin dağıttığı ansiklopediler,nobel serisi...28 şubatın zihnimize kazıdığı din-bilim ya da din-siyaset tartışmaları...belki tüm bunlar yüzünden hala hayatın anlamı ne,nirvanaya nasıl ulaşırım,insan nedir,nereye gidiyor düşünüp duruyorum.o günlerde kuramadığım dostluklar yüzünden yaşadığım yalnızlığım.her şey o dönemde beni ben yaptı.evet her insan bi fenomendir.her insan kendine özgüdür.kendi özel şartlarında şekillenmiştir.evet belki de biraz bu yüzden birbirimizi daha çok anlamaya çalışalıyız.